23 Şubat 2014 Pazar

İmam Humeyniye Şiirler


İslâm-tasavvuf ekolünün sınır tanımaz en güzide çalışmaları İslam medeniyetinin altın çağını yaşadığı sıralarda  –H.k. 4 ila 10. yüzyılları arasında- İran’da doğmuştur.  Gerek teorik gerekse pratik irfanın edebiyat ve estetiğini oluşturan bu eserler ve onların değerli müellifleri özelde İran tasavvuf literatürüne, genelde ise evrensel kültür mirasımıza mal olmuşlardır. Kültür ve medeniyet tarihimizin temel unsurlarından birisi olan irfan ve tasavvuf öğretisinin en önemli şahsiyetlerini yetiştiren Horasandan dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış seçkin simaların bizlere bıraktığı bu eşsiz miras yani İrfan ve tasavvuf mirası, yüzyıllardır insan sevgisi ile yoğrulmuş canların gerekli ruhi gıdasını tedarik etmiş ve bu fıtri ihtiyacı sonsuza kadar ölümsüzleştirmeyi başarmıştır.   Geleneksel düşünüş doktrininin günümüz temsilcilerinden Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr’ın “edebî formda bir kutsal sanat mucizesi” olarak betimlediği Fars dilinin “gönül dili” haline getirdiğini söylediği İran tasavvufu gerçekten de insan deneyiminin evrensel boyutu olan mistisizm üzerine oluşturulmuş dünyanın en zengin edebiyatlarından birini ve tasavvufun en zengin anlatım biçimi olan irfani şiir geleneğini yaratmıştır.  Her ne kadar İran tasavvufunun Hint panteizminden etkilendiği tartışılsa da “sabah güneşini inkâr etmenin gündüzün aydınlığına zararı olamayacağı” şüphe götürmez bir gerçektir. İran mistisizmini oluşturan İslam veya Şark klasikleri olarak da bilinen eserlerin, içselleştirilmiş maneviyatın en zengin dışavurumunu göstermesinin ötesinde gerek insan doğasına, gerekse “insanlık hâli”ne ışık tutucu mahiyetteki felsefî-teosofik açılımlarıyla, sadece Doğu halklarının duygu dünyasını biçimlemekle kalmadığı, bununla beraber Batı’nın İslâm dünyasıyla olan ilişkilerinde ve Doğuyla kurulacak köprüler için ortak paydaların belirlenmesinde de olumlu yönde rol oynadığı görülmektedir. Günümüz dünyasında artık birer “dünya klasiği” haline gelmiş bu eserler ve onların namı-bitimsiz müellifleri, bugün Batı dünyasında da geniş bir entelektüel ilgi ve sempatiye mazhar olmaktadırlar. Madonna’nın Mevlana’nın mesnevilerini şarkı sözleri olarak kullanması, birçok Batı ülkesinde cadde ve kulvarlara Sadi, Hafız ve Hayyam isminin verilmesi bunun en bariz örneklerindendir mesela. Ebul-Mecd-i Senai, Ebul-Fezl Meybudi, Ebu Said Ebul Hayr,  Feriduddîn-i Attar ve Anadolumuza mal olmuş Celaleddîn Rumî ile onları izleyen Sadi, Hafız, Cami ve Ferudin-i Iraki gibi şiiri “musiki” haline getirmiş sûfi şairler, Gazali, Suhreverdî, Dehlevi gibi sûfî filozoflar, Hucvîrî, Abdullah Ensari, Ahmed Gazali gibi edebî şahsiyetler, Hatif İsfehani, Saib Tebrizi, Amuli ve bu isimlere eklenebileceğimiz İrfan ve tasavvuf öğretisini dizelere yoğurmuş daha pek çok kişi, bu literatürünün bağrından çıkmış ve evrenselleşmişlerdir. İrfan ve tasavvuf kültürünün hiçbir dönemde sekteye uğramadığı hatta dış baskılar ve yabancı saldırılar artıkça epik kültürün aksine mezkûr kültürün yayıldığı İran’da bu armoni içerisinde gerektiği yerde olmayan gizli kahramanlarda vardır ve tarihin hemen hemen her diliminde bu gizli kahramanlar varola gelmiştir. Özellikle siyasi aktivitelerden uzak kalınmasını telkin eden tasavvufi öğretilerin tarih serüveni içerisinde yer yer bu tür gizli kahramanları doğurduğu bir gerçektir. Siyasetin kalbinde olup da duygu dünyasını, nihai ve şuhudi dünya görüşünü, yaratılışa bakışını, insanı algılayış biçimini, girizgâh İrfan öğretisinin de –tezkiye-i nefs, riyazet, seyr-i süluk v.b- ötesinde vahdeti vücut, fenafillâh ve bekaillah ilkesi ile yoğurmuş bu gizli kahramanlardan birisi de hiç şüphesiz İmam Humeynî’dir. Evet belki 70 milyonluk önemli bir ülkenin lideri, 20. yüzyılın son çeyrek diliminde dünyada ki dengeleri alt üst etmiş bir devrimin önderi olan birisinin mistik ve tasavvufi yönü bir çok kimse için enteresan gelebilir. Fakat ilmi karizmatikliğinden ziyade sade yaşamı ile gönüllere taht kurmuş, dünya malına meyletmeyen, kendisinden sonra aile fertlerinin devlet makamlarına getirilmemesini tembihleyen bir liderse neden olmasın diye de sorulabilir?!


Bu çalışmamızda, İmam Humeynî’nin genç yaştan itibaren kaleme aldığı 169 gazel, 97 rubai, 3 kaside, 2 musammat, 1 terci-i bend, 21 kıt’a ve 75 dağınık beyitten müteşekkil ölümünden sonra derlenen divanındaki tasavvufi retoriğini ve mistik şiirlerini irdeledik… Fakat daha önce İran şiirinin geçirdiği evreleri, edebiyat platformunu ve İmam Humeynî’nin şiirlerinin metodolojik olarak hangi kategoriye girdiğini bir ön bilgi olarak izah etmemiz gerekir.




Devrimci Edebiyattan Devrim Edebiyatına…




Üslup bilimcileri, İslam sonrası İran nazım edebiyatını dokuz döneme ayırırlar. Bu dönemlerin her biri şairin duygu dünyasını ve dünya görüşünü kendine has üslup, beyan ve ifade çeşidi ile yazdığı metodik kalıplar, aynı şekilde imajasyon, afrozim, açık hece, akrostiş, aruz,  antonim, bed’i, meani ve beyan gibi edebi sanatların dönemin revaç metodu ile hangi şiir çeşidi içerisinde kullanıldığının bir pasaparolasıdır. Bu dokuz dönemin sekizincisi Meşrutiyet, dokuzuncu ve sonuncusu ise dört ayrı kategoriye ayrılan “Yeni Üslup” diğer adıyla “Modern Üslup” dönemidir.[1] Modern üslubun ilk parçasını oluşturan “geleneksel modern şiir” temsilcileri arasında İran’ın şu önemli şair ve ediplerini zikredebiliriz. Bu cümleden; Mueyri, Celalettin Homayi, Bediüzaman Füruzanfer, Mehdi Hamid Şirazi, Emiri Firuzkuhi, Perviz Natil Hanlari, Halilullah Halili, Feridun Mütevelli v.b…Sebk veya şiir üslubu bakımından İmam Humeynî’yi de bu kategori de zikretmemiz gerekir zira bu kategoride yer alan şairler şiirlerini aruz, kafiye, redif gibi klasik şiir kuralları içerisinde gazel, kaside, rubai ve mesnevi gibi nazım türlerini kullanarak yazmışlardır. Dolaysıyla diyebiliriz ki İmam Humeynî’nin şiirleri üslup ve sebk açısından “geleneksel modern şiirler” kategorisine giriyor. Yalnız İmam Humeyni’nin şiirlerini –özellikle de hayatının sonlarına doğru yazdığı şiirleri- ayrıcalıklı kılan şey İslam Devriminden sonra oluşturulan devrim edebiyatı özelliklerini de taşıyor olmasıdır. Her ne kadar çağdaş İran edipleri böyle bir şiir üslubunun olmadığını belirtseler de Şubat devriminden sonra İran edebiyat literatüründe ciddi değişiklikler olmuştur. Şahlık sisteminden, İslam Şeriatına geçiş, 8 yıl süren İran-Irak savaşı, devrimin hemen akabinde gelen ekonomik ambargolar, dış siyasette dünya ülkeleri ile gerilen ilişkiler gibi yaşanan olumsuz gelişmeler öte yandan devrim tipolojisini oluşturmaya yönelik iç siyasete bağımlı toplumsal değişim süreci İranlının ruhunda ciddi bir erozyona sebep olduğu gibi tüm yaşananlar şiir ve edebiyata da yansıtılmış ve sisteme entegre olmuş İranlı bir anlamda kendine has “devrim edebiyatını” oluşturmuştur. Devrim edebiyatında özellikle cihat, şahadet, inkılâp gibi radikal İslami argümanlar modern İran şiiri içerisinde geniş bir yer bulmuştur. Savaş cephesinde kaybedilen insanlar savaş sonrasında dostları tarafından unutulmamış, şiirlere ve öykülere konu edilmişlerdir. Böylelikle yıllar ilerledikçe “devrim edebiyatı” da ilerlemiş, git gide İslam öğretisi ile iç içe geçirilmiş bir hal almıştır.




Aslındaİran edebiyat literatüründe oluşmuş veya oluşturulmuş devrim edebiyatı köken olarak Meşrutiyet dönemine kadar uzanır. Meşrutiyet döneminin batılaşma hareketi içerisinde kendini bulmaya çalışan İran edebiyatı çeşitli görüş farklılıkları nedeniyle reaksiyonel bir hal almış ve sosyal yaşamın çöküntüye uğradığı yıllarda sosyalist – bir başka tabirle devrimci- bir söylem geliştirmiştir. Özellikle 28 Mordat 1332 (19 Ağustos 1953) yılında yaşanan askeri darbenin ardından Sosyalist Tudeh Partisi içerisinde yer alan aydın ve akademisyenler tarafından geliştirilen devrimci edebiyat Şubat devrimine kadar İran’da etkili olmuştur.[2] Şubat devriminden sonra ise sosyalist argümanlarla harmanlaşmış şiirler yerini İslami şiirlere yani devrim edebiyatına bırakmıştır.




Gazel ve Rubailer…






İmam Humeynî’nin şiirlerini birinci, ikinci ve üçüncü dönem şeklinde üç ayrı döneme ayırabiliriz. Birinci dönem şiirleri, daha çok Horasan üslubu –sebk-i Horasan- ile söylenmiş kasideleri andırır. “Hindi” mahlasını kullandığı İkinci dönem şiirleri ise İsfahan üslubuna –sebk-i İsfehani- yakın şiirlerdir. Bu mahlasla yazdığı şiirler daha çok gençlik yıllarına ait şiirlerdir. Aşağıda ki gazel örneğinde olduğu gibi;




Dost aşığı renginden bellidir


Kalpsiz oluşu dar gönlünden bellidir


Sözünü yumuşatmak olmaz ki;


Bu söz, taş kalbinden bellidir


Sulh kapısından dışarı gelmesin dost


Bugün artık savaşından bellidir


Meyzededir, kızıl yüzünden sordu


Sarhoşluk güzel gözlerinden bellidir


Dost bu gece âşıkların ardındadır


Ben demiyorum şöhretinden bellidir


Aşkının sırrı demesin «Hindi»


Ben ne yapayım ki renginden bellidir…[3]




Hindi mahlasını kullanmasının nedeni ise Büyükbabasının bir dönem Keşmir’de kalmış olması ve babasının da burada yani Keşmir’de dünyaya gelmiş olması hesabiyledir. Kendini bir taraftan Keşmirli gören İmam Humeynî, bu mahlası seçmiştir.  Fakat ileri ki yıllar da bu mahlas başına bayağı dert açmıştır. Nitekim 4 Ağustos 1963 tarihli İran gazeteleri Humeyni’nin bir Hint ajanı olduğunu yazarlar. [4] 1963 yılından vefatına kadar ki dönemi kapsayan üçüncü dönem şiirleri ise Iraki üslubu –sebk-i İraki- ile yazılmış Hafızane şiirlerdir. Bu dönemde en akıcı ve en lirik şiirlerini söylemiştir. Daha çok pişmanlık, geçen ömre hayıflanma, dünya ve dünya makamını yermek için söylediği beyitler özellikle gazellerinde göze çarpmaktadır. Aşağıda ki gazel bunun örnekleri ile doludur;




Ömür sona erdi yârim kapıdan gelmedi


Kıssam sona erdi, hüzün, gam bitmedi


Ölüm kadehi elime uzatıldı, Şarap kadehi asla görmedim


Ömrümden yıllar geçti, dilberden bir lütuf gelmedi


Can bülbülü şu kafeste kanatsız düşmüş yatar


Oysa bu kafesi kıracak kişi asla gelmedi


Canan yüzünün âşıkları, cümlesi isimsiz, nişansızdır


Lakin meşhur olanlarından bir soran gelmedi


Aşk kervanı onu görmeye saf bağlamış beklemektedir


Ne diyeyim ki! Ne yazık o can perver maşuk gelmedi


Ölülere ruh bağışlayan, âşıkların canını alan


Cahilleri bu denli kendine meftun kılan «gerçek» gelmedi…




İmam Humeynî’nin özellikle gazelleri, irfan nosyonunun çağdaş bir kalemle yaratılışının bariz örneklerinden birisini teşkil eder. İrfani enstrümanların neredeyse tamamına yakınını kullanan İmam Humeynî, Sûfi veya tasavvuf edebiyatının, şarap, bade, hırka, rind, mest, put, puthane, saki, harabat, ben, zülüf gibi temsil ve rumuzlarının yanı sıra, vecd, hal, fena, hayret, talep, aşk, tevhit, gibi seyr-i süluk makamatını da işler… Aşağıda ki gazelde bunun örneklerini açıkça görüyoruz;




Ey saki! Kadehimi meyle doldur taşır


Ki ismi utancım olan havayı gönlümden aşır


O meyden dök kadehime ki gönlümü fena eylesin


Benliğimden söküp alsın aldatıcı varlığımı


O meyden dök kadehime ki gönlümü hür eylesin


Tüm ihtiyarımı eline alsın, batırsın makamımı


O meyden dök kadehime ki bu vakarsız rindler mahfilinde


Secdelerimi bir birine katsın, batıl eylesin kıyamımı


Gül yüzlülerin kutsal haremi meyhanede yok idin


Ki (oraya) her nereden girersem bir gül tutar yularımı


Kendinden bi haber pirlerin mahfiline gideyim


Belki canımdan söker atarlar şu efkâr-ı hamımı


Sen ey yokluk deryasının hızlı elçisi!


Vadinin sahibine ulaştır medh-i selamımı


Meyle bitirdim yokluk içindeki yokluk mektubumu


Pir-i mabede de ki; gör bu hüsn-ü hitamımı




Bir başka gazel de ise şöyle der;




Yüzüne âşık olmayan gönül, gönül değildir


Benine divane olmayan kişi, akıllı değildir


Gönül vermiş aşığın mestliği senin şarabındandır


Bu mestliğimden gayrı ömrüm faydalı değildir


Senin yüzünün aşkı bu çöllere attı beni


Ne yaparsın ki bu çöl sınırlı değildir


Kendinden geç! Eğer gönül vermiş âşık isen


Ki senle O’nun arasında «senden» gayrısı engel değildir


Aşk yolcusu isen hırkayı, seccadeyi bırak


Ki bu menzilde sana aşktan gayrısı yol değildir


Eğer gönül ehli isen sûfiliği, zahitliği bırak


Ki bu taifeden gayrısına bu mahfil yol değildir


Onun zülfünün kıvrımlarına tutunmalıyım


Ki divane-i âşık olana bundan gayrısı hâsıl değildir


Elimden tutarak bu riya hırkasından kurtar beni!


Ki bu hırkay-ı ruba cahilden gayrısına urba değildir


Ne ilim ne irfan harabatta kendine yol bulur


Zira âşıklar mekânı batıla yol değildir…




Bir diğer gazelinde ise maşuk’a (sevgiliye) seslenerek; vuslat-ı efsununa ram olmak için ateşgede ve puthane menzilinden geçmesi ve Hakkın tecelligâhı olan meyhanede soluklanması gerektiğini söyler. Bu geçiş süresinde ise aşığı maşuktan gafil kılabilecek her şeyi tehlike olarak görür ve hedefinden (yani maşukun vuslatından) başka bir şey düşünmez. Bir de (tarikat) yolunda biraz olsun yol kat edince gurura kapılmaması gerektiğinin altını çizerek gurur hastalığının ne kadar tehlikeli olduğuna işaret eder;




Özlem dolu bir gönülle sana doğru gelmek gerek


Bir şevk-i arzu ile puthaneden geçmek gerek


Pirimiz dedi ki; meyhaneden şifa ummalısınız


Her evden şifa ummaktan sakınmak gerek


Mah yüzünün karşısında durabilen varsa eğer;


Bi şek, şakk-ül kameri tansık etmek gerek


Pir-i meyhane (biz) uşşağın yüzüne kapıyı açtıktan sonra


Fetih ve zafer arzusunu gütmek gerek


Gönül meyin neşvesinden ululuk taslamaya kalkarsa


Aman dikkat! Tehlike hissetmek gerek


Size dostun müjdesi! Eğer bir rind kadehi başa dikerse


Diğer badecilerin de o kadehten tatması gerek


Ateşgedeyi ararken kendinden geçmelisin;


(Zira) yârin cefasını sineye çekmek gerek...




İmam Humeynî’ye göre ilim, özellikle felsefe hakikate ulaşmak yolunda salikin önündeki en büyük engellerden birisidir. Âşık için ise gafletin ta kendisi;




Keşke bir gün dergâhında bir menzilim olaydı


Ki orda sevinç ve keder, gönül muradım olaydı


Keşke saçından bir tutam düğüm avuçta olaydı


Ki düğümün açılması, her ukdenin işkili olaydı


Dün gece ki gönül, hicranından kararmış idi


Senin yâdın o mahfillin yükselen ateşi idi


Dostlar mahmur, dostlar meyzede, kendinden geçmiş


Nasipsizler ise benim gibi cem’in ehl-i aklı olanları idi


Gönül ehli olanlara ilim, hicaptır hicap!


Hicaptan sıyrılıp hakka varansa sadece cahil idi


Âşık, şevkten fena deryasına doğru yüzüyor


Bi haber o kimse ki zulmethaneye sahil idi


İrfan havzasından aşka gelince bir de gördüm ki


Okuyup, duyduğum ne varsa topyekûn batıl idi…[5]




Onun gazellerinde, aşk ve aklın bitmek bilmeyen savaşına, aklın hakikate ulaştıramayacak kadar gevşek ve zayıf yapısına yer yer vurgu yapılır. Keza felsefenin çıkmazı onun nazarında “hicabı ekber” dir;




Korkarım ki felsefe ilimleri ile övünüp diğer ilimlere alenen saldıranlar


Bu “hicabı ekber” de oyalanırlar da kendilerini yaralarlar…




Bir başka yerde;




Istılah ve lafızdan ibaret olan ilim,


Hicap ve karanlıktan gayrı bir yere vardırmadı


Her ne kadar İlahi hikmettir desen de


Aşk kabesine giden yola bir an olsun salmadı…




Ayrı bir tek beytinde;




İbni Sina’ya de ki; Tur-i Sina’ya varamadı


(Zira) Eğinik burhan sahibi hayran olur dolanır…





Aynı şekilde aşağıdaki gazelinde de felsefenin çaresizliğine atıfta bulunarak, ilahi aşkın kişiye verdiği huzura değiniyor[6];




Gönlümüzde senin aşkından gayrısına yer yok


Toprağımız aşkınla yoğrulmuş, gayrısına yol yok


Ne İbni Sina’nın Şifası’nın ne de Esfar’ın [7]


Tüm o derin mevzularıyla bize bir yararı yok




Felsefe ve aklın, hakikatin künhüne erişemeyeceğini belirttiği gibi İrfandan dem vuranların da laf kalabalığı yaptığını öne sürerek bir rubaisinde şöyle der;




Dudu kuşu olmuşsun da irfandan mı söz edersin?


A karınca seni! Tahtı Süleyman’dan mı söz edersin?


Ferhat’ı göremeden Şirin kesildin başımıza!


Yasir olamamışken, Selman’dan mı söz edersin?…




İmam Humeynî’ye göre eşyanın hakikatini ancak ilahi aşkın harareti içerisinde kavrulmuş, her zerresini hakkın sevgisi ile yoğurmuş, akıl ve düşüncesini aşktan gayrı her türlü meşgaleden temizlemiş kişi görebilir. Yine ona göre İlahi muhabbet, düştüğü yeri yakıp kül eden bir ateştir. İlahi aşkın ateşinden mahrum kalmak ise dertten ve elemden başka bir şey değildir;




Hüsn-ü ânından cana nur düştü, yok eyledi canı


Cana düşen aşk, derman eyledi her çile-i gamı


Süzgün bakışları aşığın canında bir ateştir uyandırır


Sanki Musa-i İmran’a görünen o mutlak-ı tecelli anı…




İmam Humeyni kelimenin tam anlamıyla bir ahlak yorumcusu olmasa da Sadi, onu az ve özlü sözleri ile büyük hakikatleri ifade edebilme kudretinin yanı sıra, ahlakçılığı ile de cezp etmiştir. Sadi’nin gazellerine yaptığı nazireler hariç bazı manzumelerinde bir Sad’i yorumcusu olmaktan çok bir ‘Sadi-Sever’  olarak karşımıza çıkıyor;




Şair eğer Sadi ise, bizim dokumalar oyun sayılır.[8]




Şiirlerinde her yönüyle tasavvufi bir heyecanın hissedildiği İmam Humeynî, vahdet-i vücut anlayışına ömrünün sonuna kadar sadık kalmış, deniz ile dalga, ağaç ile yaprak ilişkisi şeklinde betimlediği bu hekaık-i ulviye’ye Şeyh’ül Ekber İbni Arabî’nin teorize ettiği şekliyle ve Şehid’ül Ekber Hallac-ı Mansur’un yaşadığı haliyle bakmıştır. Fikren ferş-i seradan arşı süreyya’ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını melekuti ala’ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma'dum sayıp her şeyi doğrudan doğruya iman kuvveti ile Vahidi Ehad’den görebilen bir bakış açısıdır onunkisi. Ona göre bütün varlık âlemi bir seyr-i nüzuli ile bir seyr-i suudidir. Yani “İnnelillah ve inne ileyhi raciun” ayetinin açılımıdır. Yani Hallacın “Enel hak” sözündeki “Ene’ zamirini enaniyet olarak algılayacak kadar derin bir bakış açısıdır bu;




Darağacına giderken  “enel hak” feryadı da neyin nesi!


Sen hakkı talep et! Bu “ene” bu “enaniyet” de neyin nesi!




İmam Humeynî’ye göre enaniyet ve bencillik insanı hangi makamda olursa olsun aşağılara –esfele-safiline- çekmeye yetecek kadar tehlikeli ve hayvani bir haslettir. Ona göre bu haslet sadece mestlerde ve ilahi aşkın girdabında boğulanlarda yoktur. Pozitivizmin hakikat algılayışını hiçbir şekilde uygun bulmayan ve bunları gerçek vuslata nail olmanın en büyük handikabı gören İmam Humeynî’ye göre sadece mestlerin halvetinde “egoizmin” izine rastlanmaz. Tüm ömrünü medrese ve ders halkalarında geçirmiş birisinin medreseyi de dersleri de hakka kavuşmak için engel görüyor olması ve bu duruma hayıflanması şairin şiirlerindeki diyalektik mantığına verilebilecek en güzel örnektir;


Derviş halkasında bir sefa göremedik


Mabette ondan bir nida duyamadık


Medrese de dosttan bir kitap okumadık


Minarede yardan bir seda duyamadık


Kitaplar içerisinde bir tek hicap yırtamadık


Sahifeler dersinde bir yere varamadık


Puthane de bir ömür heba ile geçirdik


Lakin dostun şu “benliğine” derman olamadık


Cümle akıl ve akılcılıktır bu “biz” ve “benlik”


Mestlerin halvetinde ne “benlik” var ne “bizlik”

İMAM HUMEYNİ KİMDİR?



İmam Humeyni Kimdir?
İran İslâm Cumhuriyeti lideri ve kurucusu, fakih ve arif İmam Humeynî, 24 Eylül 1902’de Humeyn şehrinde doğdu. Haziran 1989 yılında Tahran’ın kalp hastanesinde vefat etti.

Asıl adı Ruhullah soyadı Mustafavî olan, ancak Musevî-yi Humeynî olarak tanınan İmam Humeynî’nin babası, zamanın ulemasından sayılan Seyyid Mustafa idi. Beş aylık iken babasını kaybetti. Dönemin hükümetine bağlı feodal güçler tarafından şehid edilerek öldürülen babasının akrabaları, katilin kısas edilmesi için "Darul Hükümeye" Tahran’a gelerek bu konuda ısrarları sonucu katil kısas edilmiştir.

Çocukluk dönemini Ayetullah Hansarî’nin (Zubdetu’t-Tesanif’in yazarı) torunlarından olan annesi Hacer hanım ve halası Sahibe hanımın yanında geçirmiş, fakat onbeş yaşında iken hem annesini hem de halasını kaybetmiştir.

Çocukluk yıllarından itibaren dinî medreselerde temel dersleri (Arap dili ve edebiyatı, mantık, fıkıh ve usul) almaya başlamış ve Mirza Mahmut İftiharu’l-Ulema, Hac Mirza Necefî-yi Humeynî, Ayetullah Şeyh Ali Muhammed Burucerdî, Ayetullah Muhammed Gulpayganî ve Ayetullah Abbas Erakî gibi bölgenin büyük ulema ve hocalarından dersler alarak 1919 yılında Erak İlmiye Medresesine girdi. Burada birçok dersleri okuduktan sonra Kum İlmiye medresesine geçerek felsefe ve ahlak derslerini, Ayetullah Muhammed Şahabadî ve Seyyid Ebu’l-Hasan Hakîm Kazvinî ve Hac Mirza Cevad Ağa Melikî-yi Tebrizî’nin yanında okudu. Menkul fıkıh ve usul derslerini ise Ayetullah Abdulkerim Hairî-yi Yezdî, ve Ağa Mir Seyyid Ali Kaşanî’den aldı. Fıkıh ve usul derslerinde çok başarılı olarak kısa zamanda ictihad (Muctehidlik) derecesine ulaştı.

İmam Humeynî, Hicri 1339 yılında Ayetullah Abdulkerim Hairî’nin vefatından sonra artık kendisi felsefe, tehzibi nefs ve ahlak derslerinde Kum’un ünlü ulemasından biri olmuş; daha sonraları ise fıkıh ve usul derslerinin de ünlü hocaları arasında yer almıştır. O dönemde hükümet karşıtı olan şahsiyetlerle irtibat halinde olan İmam Humeynî, genç yaşına rağmen Şah Rıza Pehlevî rejimine karşı mücadele vermeye çalışıyordu. Ayetullah Hairî’den sonra Kum’un önde gelen ulemasından Ayetullah Burucerdi’ye bir süre güncel meseleler hususunda yardımcı olan İmam Humeynî, o büyük zatın da vefat etmesinin ardından, Kum Medresesi ve ilmî çevrelerde "Ayetullahi’l-Uzma" olarak tanındı.

1958’de Eyalet ve Vilayet Cemiyetlerinin kurulması ve Şah’ın "Altı maddelik tasarıları"nın ortaya konulmasıyla, Şah rejimi aleyhine şiddetli mücadelesini başlattı. 5 Haziran 1961’de meydana gelen kanlı olaylardan sonra rejim aleyhine yaptığı bir konuşma sonucu tutuklanarak Tahran’daki İşretâbâd askeri ceza evine konuldu.
Serbest kaldıktan bir yıl sonra, kapitülasyon tasarısı aleyhine yaptığı ateşli konuşmasının ardından tekrar tutuklandı. Ancak bu kez cezaevine değil, 4 Kasım 1965’te Türkiye’ye sürgüne gönderildi. Bir süre sonra İmam Humeynî, Türkiye’den Irak’a geçti ve bu, Irak’ın Necef kentinde talebe yetiştirmekle meşgul olacağı on beş yıllık uzun bir sürgünün başlangıcıydı.

İmam’ın oğlu Seyyid Mustafa’nın Şah rejimi gizli istihbarat servisleri tarafından öldürülmesinin ardından İran’da karışıklıklar meydana geldi. Şah rejiminin aleyhine bir ayaklanma başlatıldı. İmam Humeynî’nin önderliği altında yürütülen bu hareketler sonucunda Irak’tan Fransa’nın Paris kentine geçti. 1 Şubat 1979’da Şah’ın İran’dan kaçmasının ardından İmam Humeynî onbeş yıllık bir sürgünün ardından büyük bir karşılama ile ve İran halkına bağımsızlık, özgürlük ve İslâm Cumhuriyetini hediye olarak getirerek İran’a geri döndü. Onun geri dönüşü devrimin gidişatını daha da hızlandırdı ve 11 Şubat 1979’da İmam Humeynî’nin başlattığı uzun mücadele zafere ulaştı ve halkın büyük desteği ile Şah rejimi tarihe karışarak yerine İran İslâm Cumhuriyeti rejimi kuruldu. İmam Humeynî İnkılabın zaferinden on yıl sonra, 4 Haziran 1989’da Tahran’da vefat etti.

İMAM HUMEYNİ'NİN HAYATI 5

Çocuk Sevgisi

İmam, küçük torunu Ali yi çok seviyordu, tabi bütün çocukları seviyor ve onlarla oynuyordu. Bir gün Ali, İmam’ın gözlüğü ve saati ile oynarken İmam dedi ki, "Alican gözlük gözünü bozar, saatinde zinciri bir yerine değer" Ali saat ve gözlüğü İmam’a verdi daha sonra İmam’a dedi ki "Gel oyun oynayalım ben İmam olayım sende küçük Ali ol" İmam, ’’tamam’’dedi. Ali dedi ki "Çocuklar İmam’ın yerine oturmazlar, İmam kenara çekildi ve Ali onun yerine oturdu. Daha sonra Ali dedi ki "Çocuklar saat ve gözlükle oynamamalı" İmam gülerek saati ve gözlüğü ona verdi ve dedi ki ‘’Al sen kazandın’’

İmam’ı görmeye gittiğim zaman kızım Fatıma'yı da bazen yanımda götürüyordum, bir gün kapıdan içeri girdiğimde İmam bahçede yürüyordu beni görünce kızım Fatma’yı sordu, ben de yaramazlık yaptığı için getirmediğimi söyledim. İmam çok rahatsız oldu ve şöyle söyledi ’’Eğer bir daha ki sefere Fatma’yı getirmezsen sende gelme!’’

Ben bir gün İmam’a dedim ki "Niçin çocukları bu kadar çok seviyorsunuz?" İmam, cevabında ‘’Evet ben çocukları çok seviyorum, Hüseyniye’ye gittiğim zaman, orda olan çocuklar dikkatimi çekiyor, o kadar seviyorum ki konuşma yaptığım zaman ağlayan veya bana el sallayan bir çocuk görsem bütün dikkatim o yöne toplanıyor.’’

Ali’nin (İmam’ın torunu) bir topu vardı ve her zaman götürür İmam’la beraber oynardı. Ali topu İmam’a atar ve İmam’da ona geri atardı. İşte o zaman İmam’ın morali düzelirdi. İmam’ın yanında kimse olmadığı zaman Ali 2–3 saat İmam’la kalır ve bir şeylerle uğraşırdı. Bazen de "ben kalmak istemiyorum!" diyordu İmam ise "İstediği zaman getir kalsın istemediği zamanda kendisi bilir! diyordu.

İmam bütün çocuklara böyle davranırdı ve onları severdi. Korumalardan birinin bir kızı vardı ve Ali dedi ki "ben arkadaşımı İmam’ın yanına götürmek istiyorum" İmam öyle yemeği yerken odaya girdi. İmam, ’’Arkadaşını oturt yemek yiyelim’’ dedi. Çocuklarla beraber yemek yediler. Ben birkaç sefer çocuklar İmam’ı rahatsız ederler diye getirmek için odaya girdim fakat İmam,’’Bırakın yemeklerini yesinler’’ dedi. Yemeklerini yedikten sonra ben gidip çocukları getirdim ve İmam o çocuğa para ve hediye verdi. İmam çocukları sever ve onlara çok sevecen davranırdı.

İmam, küçük torunu Ali yi çok seviyordu, tabi bütün çocukları seviyor ve onlarla oynuyordu. Bir gün Ali, İmam’ın gözlüğü ve saati ile oynarken İmam dedi ki, "Alican gözlük gözünü bozar, saatinde zinciri bir yerine değer" Ali saat ve gözlüğü İmam’a verdi daha sonra İmam’a dedi ki "Gel oyun oynayalım ben İmam olayım sende küçük Ali ol" İmam, ’’tamam’’dedi. Ali dedi ki "Çocuklar İmam’ın yerine oturmazlar, İmam kenara çekildi ve Ali onun yerine oturdu. Daha sonra Ali dedi ki "Çocuklar saat ve gözlükle oynamamalı" İmam gülerek saati ve gözlüğü ona verdi ve dedi ki ‘’Al sen kazandın’’

İmam’ı görmeye gittiğim zaman kızım Fatıma'yı da bazen yanımda götürüyordum, bir gün kapıdan içeri girdiğimde İmam bahçede yürüyordu beni görünce kızım Fatma’yı sordu, ben de yaramazlık yaptığı için getirmediğimi söyledim. İmam çok rahatsız oldu ve şöyle söyledi ’’Eğer bir daha ki sefere Fatma’yı getirmezsen sende gelme!’’

Ben bir gün İmam’a dedim ki "Niçin çocukları bu kadar çok seviyorsunuz?" İmam, cevabında ‘’Evet ben çocukları çok seviyorum, Hüseyniye’ye gittiğim zaman, orda olan çocuklar dikkatimi çekiyor, o kadar seviyorum ki konuşma yaptığım zaman ağlayan veya bana el sallayan bir çocuk görsem bütün dikkatim o yöne toplanıyor.’’

Ali’nin (İmam’ın torunu) bir topu vardı ve her zaman götürür İmam’la beraber oynardı. Ali topu İmam’a atar ve İmam’da ona geri atardı. İşte o zaman İmam’ın morali düzelirdi. İmam’ın yanında kimse olmadığı zaman Ali 2–3 saat İmam’la kalır ve bir şeylerle uğraşırdı. Bazen de "ben kalmak istemiyorum!" diyordu İmam ise "İstediği zaman getir kalsın istemediği zamanda kendisi bilir! diyordu.

İmam bütün çocuklara böyle davranırdı ve onları severdi. Korumalardan birinin bir kızı vardı ve Ali dedi ki "ben arkadaşımı İmam’ın yanına götürmek istiyorum" İmam öyle yemeği yerken odaya girdi. İmam, ’’Arkadaşını oturt yemek yiyelim’’ dedi. Çocuklarla beraber yemek yediler. Ben birkaç sefer çocuklar İmam’ı rahatsız ederler diye getirmek için odaya girdim fakat İmam,’’Bırakın yemeklerini yesinler’’ dedi. Yemeklerini yedikten sonra ben gidip çocukları getirdim ve İmam o çocuğa para ve hediye verdi. İmam çocukları sever ve onlara çok sevecen davranırdı.


Adalet

Bizim evde meşhedi Ali adında yaşlı bir adam çalışıyordu. Evin ihtiyaçların bakardı. İmam henüz sürgün edilmemişti, bir gün İmam’a şöyle sordum ‘’Burada bir çok kimse var niçin siz onların arasında Meşhedi Ali’yi bu kadar seviyor ve yakınlık gösteriyorsunuz?” İmam şöyle cevap verdi ‘’Ben geceleri uyandığım zaman onu namaz kılıp dua ederken ve münacat halinde görüyorum, onu bu yüzden seviyorum.’’

İmam çocukluğundan bizim hicabımıza çok dikkat ederdi evde hiçbir günaha, örneğin yalan, gıybet ve büyüklere saygısızlık vb. her zaman üstünde durarak söylerdi ‘’Allah’ın kulları arasında takvadan başka bir üstünlük yoktur ve sizinle evde çalışan bu işçiler arasında hiçbir fark yoktur.’’

İmam, Kuveyt sınırına geldiği zaman orda namaz kıldı. İmam’la beraber gelen herkes ayrılacakları zaman ağlıyorlardı. İmam, beni ve üç kişiyi vasi tayin ederek vasiyetini yazdı ve ‘’Ben evde mendilin arasında bir miktar para bıraktım o para benim şahsıma aittir, diyerek şöyle yazdırdı. ’’Benden sonra hanımıma bir talebe gibi davranın ve bir talebe yaşantısının gerektirdiği kadar ona maaş verin’’ İmam hanımının da kendisi gibi sade yaşamasını istiyordu ve hanımına herhangi bir ayrıcalık tanınmasını istemiyordu.

İmam bu vasiyeti yazdırdığı zaman Irak rejimi tavrını sertleştirmişti ve İmam kendi hayatı hakkında tehlike hissetmişti.

Hiç unutmam 18 yaşındaki kız kardeşim 7 aylık hamileydi ve ölüm ile burun buruna gelmişti doktorlar ya anneyi kurtaracağız ya da çocuğu dediler İmam’dan, anneyi (İmam’ın kızı) kurtarıp çocuğu feda etmek için izin istediler. Fakat İmam soğukkanlılıkla şöyle buyurdu. “Benim kızıma sevgimden dolayı başka bir canlının ölümüne izin vermeye hakkım yoktur her ikisi de Allah’ın kulu ve canlıdırlar’ İmam’ın bu imanı ve ihlâsından dolayı Allah-u teala ödül olarak hem kızın ve hem çocuğu ölümden kurtardı.’’

İnkılâptan sonra Şah taraftarlarından ve onun için çalışanlardan birkaç tanesi yakalandı ve hapse atıldı. O akşam İmam’ın ve diğerlerinin yediği yemekten yakaladığımız mahkûmlara götürdük, onlardan biri bana dedi ki ‘’Ben bu yemeklerden yiyemem bana tavuk getirin’’ Bu konuyu İmam’a ilettik. İmam’’ne istiyorsa onu götürün’’ dedi. Gece vakti arkadaşlar dışarıdan tavuk ve pilav almak zorunda kaldılar.

İmam, Necef’e ilk geldiği zaman ailesini getirmediği için beraber kalıyorduk odada halı seriliydi ve ben de İmam’ın üzerinde oturması için halının üzerine battaniye serdim. İmam “Battaniye yi kaldırın aramızda herhangi bir üstünlük olmasın’’

İmam’ın diğer bir özelliği ise çocuklara davranış şekliydi. Özellikle en büyük oğlu şehid Mustafa’ya olan davranışı diğerleriyle aynıydı. Şehid Mustafa İmam’ın en iyi öğrencilerinden birisiydi. Fakat maddi yönden diğer talebelerden hiçbir farkı yoktu. İmam bütün talebelere verdiği maaşın aynısını ona da veriyordu ve bu herkes tarafından bilinen bir şeydi.

Savaşın olduğu yıllarda devlet bakanlarından birinin oğlu şehid oldu. İmam’a dediler ki ‘’onun için bir tesliyet mesajı verseniz’’ İmam ’’Bakan olduğu için mi tesliyet mesajı vermemi istiyorsunuz? Siz yalnız onun oğlunun mu şehit olduğunu sanıyorsunuz? Şehidlerin hepsi benim çocuklarımdır eğer tesliyet mesajı vermek istersem hepsi için veririm, benim için onların arasında hiçbir fark yoktur.’’

İmam ilk tutuklanmadan sonra serbest bırakıldığı zaman Kum’a geldi. Diğer şehirlerden halk İmam’ı görmeğe geldiği için Kum bayağı kalabalıktı bu yüzden fırınlarda uzun sıralar oluyordu. İmam’ın evinde çalışan zayıf bir adam vardı herkes ona “baba” diye seslenilirdi. Bir gün İmam ona şöyle dedi ‘’Baba! İşittiğime göre sen fırına gittiğin zaman bu İmam’ın hizmetçisidir diyerek sırada seni öne geçiriyorlar ve ne kadar ekmek istiyorsan veriyorlarmış, bunu bir daha yapma! bB evden birinin gidip sırada beklemeden bir şey alması doğru değil. Sen de diğerleri gibi sırada bekle ve sakın senin için bir ayrıcalık yapılmasına izin verme.’’

Seyid Ahmet şöyle anlatıyor ‘’İmam, Necef’te iken kardeşim Mustafa’yı şehid ettiler, İmam bu haberi işittikten sonra bir köşeye gidip Kuran okumaya başladı ve ağlayıp figan eden ev halkına teselli veriyordu. O gün olan bir olay İmam’ın İslam’a ne kadar teslim olduğunu gösterdi. O, şu olaydı; İmam’ın ailesi (hanımı) İmam’ın bürosundaki telefonla Tahran’ı arayıp görüşme yapmak istedi, fakat İmam oğlunu kaybetmesine rağmen hanımına açıkça şunu söyledi: ’’Bu büronun telefonu Beytul malındır ve sizin bu isteğiniz şahsi olduğu için bunu kullanmanız caiz değildir.’’ İmam ve hanımının o anki ruhsal durumlarını göz önünde bulundurur isek çocuklarını kaybetmiş bir anne ve babanın, beytul mala gösterdiği bu titizliğin ne kadar mükemmel olduğunu anlarız.


İzzeti Nefs

İmam'ın oğlu Şehid Mustafa diyor ki "İmam Türkiye’ye sürgün edildikten 2–3 ay sonra beni de oraya sürgün ettiler, İmam’ın kaldığı eve gittiğim zaman odada ki perdelerin az bir şey açık olduğunu gördüm ve güneş ışığı çok az içeri sızıyordu. Dedim ki ‘’Niçin bunlar (nöbetçiler) perdeleri açmıyorlar sonra perdeleri kenara çektim ve siz niçin karanlıkta oturuyorsunuz dedim. İmam ’’Ben onlardan, perdeleri açmak kadar küçük bir şeyi dahi talep etmek istemiyorum’’ dedi.

İmam Kuveyt’e gitmek istediği zaman sınırda Kuveyt polisi İmam’ın giriş yapmasına izin vermedi. Ben İmam’a, "Görevli memurlardan biriyle konuşmama izin verin faydalı olabilir " dedim. İmam, "Asla! Bu değersiz insanların karşısında neden kendini alçaltıyorsun geri döneceğiz, Allah bizimledir’’ dedi.

Ben İmam’ın ilk kızıyım. İmam beni çok severdi ve çok ihtiram gösterirdi, odasına gidip oturduğum zaman, suya veya ilaca ihtiyacı olduğu zaman ban söylemez ve kendisi kalkar alırdı. Benim ısrarlarıma rağmen işlerini kendisi yapardı.

İmam her zaman evde ki işlere yardım ederdi ve şöyle söylerdi ‘’Yardım cennetten çıkmıştır’’Örneğin İmam kendisi çayını getirir, su içmek istese kendisi kalkar mutfağa gider suyunu içerdi. Biz, neden bizden istemiyorsun dediğimiz zaman ‘’Kendi işimi kendim yapmalıyım’’ derdi, onun işlerini yapmak için ısrar ettiğimiz zaman, İmam ‘’Niçin ben kendi işlerimi yapamıyor muyum’’ derdi. Ve gülerek ’’İnsan kendi işlerinde başkalarına ihtiyaç duymamalı’’ derdi. 

İmam sürgün edilmeden önce Tahran’daki büyük fabrikalardan birinin sahibi bir cami yaptırdı ve İmam’dan o camiye bir hoca göndermesini istedi, İmam başta istemeyerek kabul etti ve o hocayı göndermeden önce yanına çağırdı ve şöyle nasihat etti: ‘’Sizin halka İslami tebliğ etmeye ve onları hidayet etmeğe ilave olarak iki önemli göreviniz daha var; birincisi orda asla benden söz etmeyeceksiniz, ikincisi ise camiyi yaptırana davranışların öyle olsun ki senin onun malında ve servetinde gözünün olduğunu zannetmesin’’

İmam, Paris’ten İran’a geldiği zaman ben hava alanındaydım orada ki devlet tarafından gelen polislere hitaben şöyle buyurdu: "Şah ve onun yönetimi sizi küçük düşürmüş ve sizin kişiliğinizi ayaklar altına almışlar sizi Amerikan’lıların karşısında alçaltmışlar, sizin gayret edip kendiniz bu zilletten kurtarmanız gerekiyor!" Sonra şöyle devam etti: “Şah geri dönmeyecek ve hiç kimseden korkunuz olmasın, onun geri dönüp size zarar vermeye gücü yoktur.’’

İmam’ın yakınlarından birisi şöyle anlatıyor ’’Bir gün benimle önemli bir şahsiyet arasında bir anlaşmazlık çıktı ve bu beni çok tedirgin etti, bu yüzden İmam’ın yanına gittim ve durumu ona anlattım, konuşmamın sonunda şöyle dedim: ‘’Ben bu Dünya’da sizden başkasının emri altına asla girmeyeceğim. "İmam,’’Benim emrim altına dahi girme" dedi.

İmam’ın örnek sıfatlarından biride şuydu: hayatı boyunca zilleti andıracak bir şey yapmadı hiç bir zaman bir kimseden kendini küçük düşürecek bir şey istemedi hatta pazarda satıcı bir şeyi pahalı satsaydı onu ucuza almak için pazarlık etmez ve hiçbir şey söylemezdi. 

Bir zamanlar talebe ve ilim ehli bazı arkadaşlar Kerbela’yı ziyaret etmek için kaçak olarak sınırdan Irak topraklarına geçiyorlar ve bazen de Irak polisleri tarafından hakarete maruz kalıyorlardı. Bir süre hapiste kaldıktan sonra tanıdıklar vasıtasıyla serbest bırakılıp Kerbela’yı ve Necef’i ziyarete gidiyorlardı. İmam bunları işittikten sonra bu konu hakkında şöyle buyurdu: "İmam Hüseyin'in ziyaretinin bu zillet ve aşağılanmakla beraber olması kesinlikle doğru bir şey değildir!’’

İran’dan tanınmış bazı iş adamları Necef’e İmam’ı ziyarete geldikleri zaman çok yüklü miktarda humus getirirlerdi fakat İmam onlar geldiği zaman kesinlikle ayağa kalkmazdı ve onlara sıradan kimseler gibi davranır ve şöyle söylerdi "İnşallah Allah kabul eder" Bazen aynı ortama normal bir talebe gelirdi İmam, ayağa kalkar ve ihtiram gösterirdi. Bu, oradakileri çok şaşırtırdı. İmam’ın görüşü şuydu; "Tüccarların vazifesi yıllık humusunu vermekti ve getirdi verdi.’’

İmam, talebelerin izzetli olmalarını istiyordu, bazı talebelerin gelip maddi yönden ihtiyaçları olduğu söylemeleri karşısında İmam, çok soğuk bir tavır takınırdı. Elbette bu yardım etmediği anlamına gelmezdi, defalarca olmuştur hatta kendim birkaç sefer başka birinin adına İmam’dan para yardımı yapmasını istemişimdir ve İmam güler yüzle ona yardım etmiştir ama kendisinin gelip yardım istemesinden hoşlanmazdı.

İMAM HUMEYNİ'NİN HAYATI 4


Başkalarını Gözetmek

Çok iyi hatırlıyorum uykudan sessizce uyanır namaz kılardı ve abdest almaya giderken başkalarının rahatsız olmaması için ağır adımlarla yürür çoğu zaman başkalarını sözle değil davranışları ile iyiliğe yöneltirdi. Her zaman hak sözü güzellikle ve tatlı dille söyler bu gibi durumlarda asla kaba davranmazdı. En önemlisi Allah’ın emirlerini ve ibadetleri başkalarının nazarında zorlaştırmazdı.

İmam’ın damadı kızını sabah namazını kılması için uyandırırdı. İmam bunu öğrendikten sonra şöyle haber gönderdi “İslam’ın tatlı yüzünü çocuklara acı göstermeyin” Bu söz kızımın ruhunda öylesine derin bir etki bıraktı ki yatmadan önce ısrarla bizim onu sabah namazına kaldırmamızı istiyordu.

İmam’ın Paris’te kaldığı günlerden birinde misafiri çok gelmişti ve İmam’ın evi üç odalı olduğundan birisinde İmam, ailesi ile kalıyor, bir diğerinde Hacı Ahmed (İmam’ın oğlu) Hacı İşraki (İmam’ın damadı) ve öteki oda da bana aitti. Fakat o gün misafir olduğu için benim kaldığım odada misafirler kaldı bana yer olmadığı için mutfakta yatmak zorunda kaldım. Sabah İmam abdest almak için geldiği zaman “Gece üşürsünüz diye merak içinde kaldım” dedi. Ben, “Hayır yerim rahattı’” dedim. O sabah kahvaltıyı odaya götürdüğüm zaman İmam’ın hanımı şöyle dedi. “İmam dün gece mutfakta üşürsünüz diye çok meraklandı”

İmam başkalarını çok gözetiyordu oysa bizim gibiler öyle kendimizi düşünüyoruz ki yanımızdaki insanlardan bile gafiliz.

Bir gün şehid Mutahhari ve şehid Saduki İmam’ın misafiriydiler, her zaman pişirdiğim yemeği üç kaba döktüm ve sofraya götürdüm ben de, gider yumurta, domates veya peynir yerim diye düşündüm, yemeği İmam’ın yanına götürüp sofraya koyduğum zaman İmam “Kendi yemeğin nerede?” ‘’diye sordu. Ben de ‘’Bu yemekten kendim için ayırmadım gider diğer evde bir şeyler atıştırırım” dedim. İmam, “Hayır siz burada zahmet edip yemek pişirdiniz ve yemeği de burada yiyeceksiniz’’ dedi. Sonra üç kap yemeği dörde böldü ve bana da bir kap verdi.

İmam’a gelen mektupları güvenlik yönünden ilk önce ben açıyordum sonra okuması için İmam’ın yanına götürüyordum. Bir gün yine mektupları kontrol ederken İmam geldi ve şöyle dedi “Ben bundan razı değilim!” Ben, İmam’ın mektupları okuduğumu düşündüğünü sandım ve bu yüzden dedim ki “Ceddinize yemin ediyorum ki mektupları okumuyorum yalnızca güvenlik yönünden kontrol ediyorum, Allah göstermesin herhangi bir tehlike olmasından korkuyorum!”

İmam, “Mektupları okumadığını biliyorum. Ben de zaten bunu söylüyorum, eğer bir tehlike varsa neden benim için olmasın da sizin için olsun’’ dedi. Ben, ’’Ey İmam İran halkı sizi bekliyor’’ dedim. İmam ‘’Sekiz tane çocuk da İran’da sizi bekliyor!” dedi. Ben ‘’Siz merak etmeyin ben bu tür mektuplara karşı özel eğitim aldım bana bir şey olmaz’’ dedim. İmam, ’’O halde boş bir vakitte bana da bu mektupları açma yöntemlerini öğretin” dedi.

İmam’ın Paris’te son gecesi idi. O günün sabahı İran’a hareket edecekti. İmam evde bulunan herkesi toplanmasını istedi biz yaklaşık yirmi kişi Cuma namazından sonra İmam’ın kaldığı evde toplandık, İmam nasihat eve dua ettikten sonra orada çektiğimiz zahmetler için teşekkür etti. Sonra şöyle buyurdu. “Siz bu uçakta benimle gelmeyin sizin için tehlikeli olabilir. (Şah’ın yerine gelen Bahtiyar hükümetinin uçağı düşürme ihtimali vardı) eğer bir tehlike söz konusu ise sizlere herhangi bir şey olmasını istemiyorum’’ Biz ağlayarak ‘’Bu canımız İslam’a ve inkılâba feda olsun izin verin sizinle gelelim” dedik.

İmam’ın sağlığının iyi olmadığı günlerde, hastaneye İmam’ı görmeye gittim ve yatağının yanında durdum, İmam “Oturacağın bir sandalye yok m?’’ diye sordu. Ben de ‘’Ağa ben böyle rahatım ‘’dedim. İmam, “Hayır, yorulursun… Ve bazen de siz buraya gelmeyin buranın bunaltıcı bir havası var’’ diyordu. Ben ‘’Ağa biz buraya gelmek için birbirimizle yarışıyor ve aramızda belirlediğimiz sıraya göre geliyoruz.’’ İmam “öyleyse ikişer gelin canınız sıkılmasın!” İmam’ın o hasta halinde bu dikkati gerçekten de şaşılacak bir şeydi.

Bir gün İmam birisinin maddi yardıma ihtiyacı olduğunu söyledim ve dedim ki ‘’Eğer isterseniz kendisi gelsin ve sorunlarını iletsin ve eğer siz uygun görürseniz yardımcı olun’’ İmam şöyle buyurdu ’’Siz başkasının ihtiyacını söylemekle iyi ettiniz zira onun kendisi gelip ihtiyacını söyleseydi utanırdı. Ben sizin sözünüzü kabul ediyorum ve kendisinin gelmesinin gereksiz olduğu kanaatindeyim’’

İmam’ın Necef’e sürgün edildiği ilk günlerde, her gün Hz. Ali’nin (a.s) türbesinde ‘’Camia Kebir’’ duasını çok yavaş bir şekilde okurdu ve böyle okuması da çok vakit alıyordu. Oranın temizlikçileri de işlerini çabuk bitirmek istiyor fakat İmam’a karşı olan saygılarından dolayı duasını bitirmesini bekliyorlardı. Ben bunu İmam’a söyledim İmam, türbede çalışanlara engel olmamak için her gün okuduğu Camia Kebir duasını okumaktan vazgeçti ve o duayı türbede, sabaha kadar açık olduğu için yalnız Cuma akşamları okuyordu.

İran televizyonunda spor programlarını seyretmezdi. İmam’ın yanına başka bir program seyrettiği zaman gittiğimde benim için kanal değiştirir ve şöyle derdi. “Bu program da senin için otur seyret’’

Bir gün aşçımız hasta olduğu için birkaç gün dinlenmek zorunda kaldı. İmam her gün gelir durumunu sorardı, ben de iyi olduğunu ve dinlendiğini söylerdim. İmam her defasında ‘’Ona iyi bakın doktora götürün ve durumunu kontrol edin’’ diye bizi uyarırdı.

İmam talebelere karşı çok samimi ve özel bir ilgi gösterirdi. Eğer onlar herhangi bir zorlukla karşı karşıya kalsalar hemen yardımlarına koşardı. Örneğin ben İmam’ın derslerine katıldığım sıralarda iki kez hastalandım ve derse gidemedim, her iki hastalığımda da İmam birkaç kişi ile beraber benim ziyaretime geldi. Diğer talebelere karşı da aynı tavrı takınırdı.


Kadının Önemi

İmam’dan kalan çok değerli miraslardan birisi de (Müslüman) kadınlara verdiği değerdi.

İslam inkılâbından önce toplumda kadınların bir grubu ticaret malı ve reklâm aracı idi. Bunun karşısında bir grup daha vardı onlarda kadını köle olarak kullanıyorlardı ve kadına okuma ve tahsil hakkı vermiyorlardı.

İmam’ın gelmesi ve İslam inkılâbından sonra kadın ticaret malı olmaktan ve kölelikten kurtuldu. İmam’ın kadına verdiği değeri konuşmalarında ve amellerinde görmek mümkündür. Örneğin kadının okuma yazma bilmesi gerektiğini, ilim tahsil etmesini, çalışmasını ve toplumsal etkinliklere katılmasının önemini, İmam’ın evde ailesine özellikle hanımına karşı davranışların da rahatlıkla görebiliriz. Bu İmam’ın bıraktığı değerli miraslardan biridir.

İmam kadını asla erkeklerden toplumsal çalışmalarda geri ve eksik görmüyordu. Başka devletlere giden ilk üç temsilciden birisi kadındı, Ayetullah Ruhani, Ayetullah Cevadi Amuli ve Debbağ hanım idi.

Kadının İslam inkılâbındaki yerini İmam şöyle anlatıyor ‘’Kadınlar erkeklerden daha öndedirler çünkü kadınlar hem evin dışında ki görevlerini yerine getirdiler yürüyüş ve gösteriye katıldılar ve hem de ev içindeki görevlerini yerine getirdiler."

İmam kadın hakları konusunda ki düşüncesi diğerlerinden çok farklı idi. Zira bazıları kadını toplumdan ve siyasi etkinliklerden uzak bir faktör olarak düşünüyordu. İmam’ın bu konu hakkındaki fikirleri şöyleydi: ’’Eğer kadının topluma ve siyasi gelişmelere karşı olan rolünü kenara bırakırsak toplum istenilen verimi sağlayamaz ve sonuçta kaçınılmaz olarak toplumsal hareket ve yenilgiye uğrayacaktır." İşte bu yüzden İmam kadının toplumda ve siyasette özel bir yeri olduğuna inanıyordu.

İmam kadının toplumsal ve kültürel hareketlerde çok önemli rolü olduğuna ve hatta hizmete layık ve saygı değer insanları yetiştirenlerin kadın olduğuna inanıyordu, cephede ve savaşın ilk safında savaşanları yetiştiren kültürel ve siyasi hareketlere katılarak beklenen başarıyı kaç katına çıkaranların yine kadınların olduğuna inanıyordu.

Bazıları kadınların, tehlikeli oldukları için yürüyüşlere katılmamalarını İmam’dan istemişlerdi, İmam buna çok sinirlendi zira İmam, siyasi ve İslami mücadelelere kadınların katılması ile etkisiz hale getirileceğine inanıyordu.

İmam bu konuda hakkında şöyle buyurdu: ‘’Kadınlar, erkeklerle beraber bütün aktivitelere katılsınlar, kadınları, siyasi, toplumsal ve kültürel hareketlerden ayırmaya hiç kimsenin hakkı yoktur’’

İmam’ın kadın hakları konusundaki görüşünün kaynağı Kuran. Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarının sünnetiydi. İmam, Peygamberin sünneti doğrultusunda kadına şekil vermek istiyordu, kadın bir ailede annelik ve kadınlık görevini yerine getirdiği gibi toplumda da üstüne düşen görevi yerine getirmelidir.

Allah’a hamd olsun ki bizim kadınlarımızdan özellikle annelik ve kadınlık görevini yapanlardan İmam’ın düşüncesini onaylayan çok fazlaydı eğer böyle olmasaydı onlar için bu kadar acı dayanılır olmazdı.

İmam bu hareketiyle kademe kademe kadınları boşluktan çıkarıp layık oldukları Müslüman ve gerçek bir mümin makamına çıkarmak istiyordu.

İmam’dan, kadın olduğum halde şöyle bir soru sordum; "Filistin’de Müslüman kardeş ve bacılarımızla beraber savaşmamıza izin veriyor musunuz?" İmam, "İslam’a nerede faydalı olacağınıza inanıyor ve hizmet edebileceğinizi umuyorsanız sizin vazifeniz oraya gitmektir." dedi.

Ben erkek olmadığım halde İmam için hiçbir şey değişmiyordu, tek hedef İslam’ın sırtından bir yük kaldırabilmekti İslam’a hizmette sınır yoktur aynı zamanda kadın erkek, genç yaşlı da yoktur, herkes elinden gelen hizmeti İslam için yapmalıdır.

Kadının toplumda çalışması konusunda İmam’ın görüşü şöyleydi : "Aileye zarar vermeyeceği bir şekilde olursa çalışmasında bir sakınca yoktur.(tabi İslami çerçeve içerisinde) çünkü İmam, kadını toplumun öğretmeni olarak görüyordu. Hatta iyi bir kadının kötü bir erkeği düzeltebileceği kanaatindeydi.

Uygun bir aile ortamında hiçbir yanlış o aileye giremez ve sonuçta çocuklar sağlam ve Salih yetişirler. Zira çocukların terbiyesine annenin çok büyük rolü olduğuna inanıyordu.

Biz bazen şakayla ‘’Kadınlar neden hep evde kalmalı’’ diye sorduğumuz zaman İmam şöyle derdi "Evi hafife almayın çocukları terbiye etmek basit bir şey değildir, eğer anne bir kişiyi terbiye edebilirse topluma büyük bir hizmet etmiş sayılır.’’

İmam, çocukları erkeklerin terbiye etmeyi beceremediğine ve bu işi ancak kadınların başarabileceğine inanırdı. Zira kadınlar daha duygusal ve bir ailenin ayakta kalabilmesi için gerekli olan muhabbet ve sevgiye daha çok sahiptirler.

İmam’ın işitip çok sevindiği bir konu ise okuma yazma seferberliği idi. O sürekli halka okuma yazma öğrenmeleri için açılan sınıfların ve programların durumunu sorar ve o kadar hoşuna giderdi ki bazen ben bunu görünce sözümü tekrar ederdim. Oysa İmam, küçük çocuğumun olduğunu ve bununla beraber dışarıda çalıştığımı da biliyordu. Aynı şekilde Kum’da resmi bir kurumda sorumluydu, buna rağmen İmam, karşı çıkmazdı. Fakat her zaman şöyle söylerdi ‘’Kocanızı rızasını kazandıktan sonra çalışın ve faaliyetlerde bulunun.’’

Bir gün Fransa’da farklı devletlerden öğrenciler İmam’ı ziyarete gelmişlerdi, erkekler önde kadınlar ise arka tarafta oturdukları için kadınlar sormak istedikleri soruları soramadılar, İmam görüşmeden sonra kalkıp gitmek istediği zaman bayanlar şöyle dediler: ‘’Erkekler ön tarafta oturdukları için biz sorularımızı soramadık’’ İmam odaya girerek,’’Ben burada biraz oturayım, siz sorularınızı sorun’’

İmam’ın bu tavrı benim çok hoşuma gitmişti, zira görüş vaktinin bitmesine rağmen hanımlara haksızlık olmaması için onlara ayrıca vakit ayırmıştı. Hanımlar sorularını soruyorlardı, Onlardan birisi şöyle bir soru yöneltti: ’’Okumak istiyorum fakat kocam ve çocuğum daha fazla evde olmamı istiyorlar’’ İmam,’’Bu ikisi birbirlerini engellemezler siz onu en iyi şekilde yerine getirin ve okumaya da devam edin.’’ dedi.

Paris’te iken, yurtdışında tahsil gören öğrencilerin sorularını yanıtlamak için İmam’ın evinden birkaç kişinin o toplantıya katılması gerekiyordu. Birkaç arkadaşla birlikte biz bu görevi üstlendik, toplantı akşam saatindeydi, sorular çoğalınca program bayağı uzadı, gece saat iki olmasına rağmen, öğrenciler İslam ve Kuran hakkındaki sorularını sormaya devam ediyorlardı.

Öğrencilerden birisi kalktı ve şöyle bir soru sordu ‘’Ayetullah Humeyni’nin kadın ve toplumdaki rolü hakkındaki görüşü nedir’’ Ben kalkıp o soruya cevap vermek istediğim zaman bizi davet eden üniversite müdürü dedi ki: "izin veriniz bu sorunun cevabını ben vermek istiyorum" Ben şaşırdım ve dedim ki ‘’Bizim mektebimiz hakkında sizin yeterli bir bilginiz yok, nasıl bu soruya cevap verebilirsiniz?’’ şöyle dedi ‘’Eğer benim cevabım uygun olmaz ise siz cevap verirsiniz.’’ Ben de ‘’tamam o halde’’ dedim.

Daha sonra öğrencilere dönerek şöyle dedi "Gece yarısı saat iki, Ayetullah Humeyni nasıl olur da hiç tanımadığı öğrencilerin arasına bir kadın gönderd?" Bu cevaptan sonra bütün öğrenciler alkışlayıp ıslık çalmaya başladılar ve o soruyu soran öğrenci kalkıp ben sözümü geri aldım dedi.

Üniversite müdürü konuşmasına şöyle devam etti. "Ayetullah’ın bu davranışı başkalarının Ayetullah Humeyni hakkında söylediklerinin yalan ve asılsız olduğunu gösterir ve onların hedefi onu kötülemektir.’’

İşte ben o zaman İmam’ın beni görevlendirmesinde ki kararını ne kadar hesaplı ve programlı olduğunu anladım.

Diğer bir olay ise benim Rusya’ya gönderilmem idi, İmam, Rusya’ya tebliğ mektubu göndereceği zaman benimle birlikte Ayetullah Cevadi Amuli’yi görevlendirmişti. İmam, derin ve ileri görüşlülüğüyle ileriyi ve inkılâpta gerçekleşen olayların yurtdışında ne şekilde bir yankı yapabileceğini görebiliyordu ve bu konuya çok dikkat ediyordu.

Her şeye rağmen İmam bu seçimiyle kadının İslam’da ve inkılâptaki yerini tüm Dünya’ya gösterdi. İslam kanunlarının hiçbir şekilde kadının gelişmesine karşı olmadığını bu davranışıyla beyan etti. İmam her konuda kadına söz hakkı veriyordu, zira toplumun yarısı kadındı.

Çarşaflı bir kadın ve ruhani elbisesiyle bir erkek İmam’ın ve İran halkının temsilcisi ve tebliğ mektubunun taşıyıcısı idi. İmam, özellikle bu iki elbiseyi seçmişti, oysa ilim ve bilgi yönünden benden çok daha üstün olanları vardı.

İMAM HUMEYNİ'NİN HAYATI 3

Bir gün Fransa’da İmam’ın evi için alış veriş yapmaya gitmiştim, Portakalın çok ucuz olduğunu gördüm ve evde birkaç gün portakal bulunsun diye almam gerektiğinden biraz fazlasını aldım ve eve götürdüm. Her zamanki gibi aldığım şeyleri görmesi için İmam’ına yanına gittim, tabi çoğu zaman aldığım şeyleri görmek için İmam’ın kendisi mutfağa geliyordu. İmam, portakalları görünce dedi ki “Bu kadar portakalı niçin aldın?’’ Ben de dedim ki “Hacı ağa evde iki üç gün portakal bulunsun diye aldım” İmam, ‘’fazlasını geri götür. Bizim bu kadar portakala ihtiyacımız yok ki!’’dedi.

Geri vermek benim için çok zor olduğundan dedim ki “Hacı ağa fazla almamın sebebi ucuz olması idi.” İmam dedi ki “İki tane günah işledin bizim bu kadar portakala ihtiyacımız yoktu ve siz (fazlasını) aldınız. İkincisi de ucuz olması idi. Zira eğer bu portakallar dükkânda kalsaydı şimdiye kadar pahalı portakal alamayan birisi belki de bu gün bu ucuz portakalları ala bilirdi, işte bu yüzden portakalları geri vermeniz gerekiyor.’’

Bir daha İmam’a dedim ki ‘’Hacı ağa burada alış verişi bilgisayarla yapıyorlar ve bir şeyi geri vermek çok zor belki de hiç geri almazlar, en azından siz bir şey söyleyin de ben kendimi bu günahtan kurtarayım” İmam dedi ki “Öyleyse siz portakalları soyun ve dilimlere ayırın akşam cemaat namaz için toplandığı zaman dağıtın herkes yesin belki Allah-u tela bu şekilde hatanızı bağışlar.”

Bir gün mutfakta musluğu açmıştım, İmam geldi ve “Niçin çeşme açık?” diye sordu. Veya marul temizlediğim zaman İmam, “Rubabe sakın bunları çöpe atmayın” ben de Siz merak etmeyin biz onları salata yapıp yiyoruz” diyordum.

İmam abdest almak için odadan çıktığı zaman dahi televizyonunu kapatıyordu ve geldiği zaman açıyordu yani israftan bu kadar kaçınıyordu.

Ben bazı konuları İmam’a bildirmek için yazıp veriyordum. Bir gün bir şey yazıp İmam’a verdim, İmam odadan çıkarak şöyle dedi: “Niçin dikkat etmiyorsun?’’ ben, ’”ne oldu?” dedim ’İmam ’’Niçin birkaç satırlık bir şey için bu kadar kâğıt israf ediyorsun, bunu küçük ve işe yaramaz bir kâğıda da yazabilirdin”

İMAM HUMEYNİ'NİN HAYATI2

Yıllar önce yaz aylarında Azerbaycan’a giderdim, İmam, Azerbaycan ile ilgili önemli bir konuda beni yanına çağırdı, konuya başlamadan önce bana hitaben dedi ki “Size zahmet verip buraya kadar getirdiğim için özür dilerim.” İmam’ın bu sözleri beni öyle etkiledi ki ağlamaya başladım ve kendi kendime “Allah’ım böyle azametli bir insan nasıl bu kadar mütevazı olabiliyor?” dedim.

İmam selam vermekte herkesten önce davranırdı, başkalarının yanına gittiği zaman onlardan önce selam verirdi. Bütün süper güçlerin adını işittiği zaman korkuya kapıldığı o büyük ve azametli insan o kadar yumuşak ve merhametli idi ki, eğer çocuklara dahi rastlasa selam verirdi. Gece namazına kalktığı zaman kimsenin rahatsız olmaması için lambayı yakmazdı küçük bir el lambası ile karanlıkta abdest alır, namazını kılardı ve yine kimsenin rahatsız olmaması için ağır adımlarla yürürdü.

İmam bütün çocukların özellikle en büyük oğlu şehid Mustafa’ya çok ihtiram gösterirdi. Bazen İmam, bir bahaneyle mutfağa gider ve bize çay getirirdi, tabi biz İmam’ın bu davranışından dolayı çok utanırdık fakat İmam bununla bize çocuklara güzel davranmanın ne olduğunu öğretirdi.

İmam’ın özelliklerinden başka birisi de, övülmeği sevmemesiydi. Bazıları konuşmalarında İmam’ı çok över veya çok aşırıya kaçarak gerçek dışı bazı şeyler söylerlerdi. İmam, onları çağırır şöyle söylerdi ‘’Niçin aşırıya kaçıp beni olduğumdan farklı göstermeye çalışıyorsunuz?’’

Bir gün İmam’ın karşısında konuşma yapan birisi İmam’ı çok övdü, İmam, orda itiraz ederek şöyle dedi: ’’Niçin aşırıya kaçıyorsunuz?’’

İmam, halkla olan görüşmelerinde dahi böyle davranırdı ve her zaman şöyle söylerdi: “Halka söyleyin benim için söyledikleri sloganlarda aşırılığa gitmesinler, bu sloganları benim için değil İslam için söylesinler!”

İmam bazen damadının evinde kalıyordu, o günde bir şehid hanımı iki çocuğuyla İmam’ın evine geldi. Havanın soğuk olması ve yolun uzaklığı, iki çocuğuyla gelen bu hanımın sıkıntı içerisinde olduğunun bir göstergesiydi. O hanım İmam’ı görmekte ısrar ediyordu, kapıcı ise İmam’ın evde olmadığını söylüyordu, buna rağmen o,İmam’ı görmekte ısrar ediyordu. O sırada İmam’ın oğlu Hacı Ahmed geldi ve o kadın İmam’ı görmek istediğini ona söyledi, O da beni çağırdı ve dedi ki “Arabayı getir ve bu bayanla çocuklarını İmam’ın kaldığı eve götür.”

Ben onları İmam’ın kaldığı eve götürdüm ve İmam’ın torunu Ali’ye dedim ki ‘’İmam’a bir şehid ailesinin onu görmek istediğini ve uzak yoldan geldiklerini haber ver’’ Ali çabucak gidip İmam’a haber verdi. İmam ayağa kalkarak onları içeri davet etti ve onları güler yüzle karşıladı ve dedi ki ‘’Niçin bu soğuk havada çocukları buraya getirdiniz, ben kimim ki neden beni görmek için bu kadar zahmete katlandınız?”

Daha sonra çocuklarla ilgilenmeye başladı bu arada kadın, kocasının tağut rejimle çarpışmada şehid olduğunu söyledi ve çocuklarının sorumluluğunun üzerinde kaldığını söyledi.

İmam dedi ki ‘’Eğer bir ihtiyacınız varsa söyleyin yerine getirsinler’’ kadın, ağlayarak dedi ki ‘’Ağa bizim tek arzumuz sizi görmek ve elinizi öpmekti.’’ İmam, ısrarla herhangi bir sıkıntısı olup olmadığını sordu. Ve kadın aynı şeyleri tekrarladı.

İmam, bana dedi ki ‘’Siz gidin arabanın klimasını çalıştırın çocuklar üşümesin ve nereye gitmek istiyorlarsa götürün.’’

İmam’ın misafirlerinin çok olduğu bir gün, yemek yenildikten sonra tabakları topladım mutfağa götürdüm. Zehra (İmam’ın torunu) ile bulaşıkları yıkamaya hazırlandık, o sırada İmam’ın mutfağa geldiğini gördük, İmam’ın neden mutfağa geldiğini Zehra’dan sordum, sormakta haklıydım çünkü İmam’ın abdest saati değildi. İmam, kollarını sıvayarak şöyle dedi: ‘’Bu gün bulaşıklar çok olduğu için size yardım etmeye geldim.” İmam’ın bu sözünden sonra bedenim titremeye başladı, “Allah’ım ne görüyorum, İmam bulaşık yıkıyor!” Zehra’ya dedim ki ne olur İmam’dan dışarı çıkmasını isteyin, bizim kendimiz bulaşıkları yıkarız. Bu benim için beklenmedik bir şeydi. Oysa bazı erkekler kendi evlerinde misafir gibiler, bütün işleri hanımlarının yapmasını bekliyorlar. İmam’ın bu yaşantısı bizim için örnek ve ders olmalı zira İmam gibi manevi ve ruhi yönden azamet sahibi bir insan bulaşıklara yardım etmek için mutfağa geliyor.

Ben İmam’ın hayatı boyunca bir kez dahi birisi ile yüksek sesle konuştuğunu görmedim, bir işçinin adını dahi basit bir şekilde söylemez ve birini çağırdığı zaman onları ziyarete gider hal ve hatırlarını sorardı. İmam’ın bu ilgisi onları çok sevindirirdi.

İmam’ın yaşam tarzı halkın seviyesindeydi normal halk gibi yaşardı. İbadet ve dersten başka bir uğraşı yoktu. Yani tam anlamıyla bir talebe hayatı vardı. Ev eşyası hep aynıydı ve asla normalin üstünde bir yaşantıya sahip değildi. İşte bu yüzden ilmi çalışmaları ve mütalaası çok fazlaydı, odaya girdiğiniz zaman kitapların içinde kaybolduğunu görürdünüz, her zaman yerde oturmuş önünde masası ve etrafında üst üste serili kitapları dururdu.

15 yıl İran halkı İmam ve önderlerinin yüzünü görmek için sabırsızca bekliyorlardı, İmam’ın geliş haberinin nasıl bir yankı yapabileceğini tahmin edebilirsiniz. İmam’ın gelişine yakın zamanlarda halk karşılama törenleri hazırlıyorlardı. Ben İmam’ın bürosundaydım, şehid Behişti telefon açtı ve dedi ki “İmam’ın gelişinden dolayı program yapıldı ve İmam’ın haberi olsun diye dedi ki ‘”Havaalanına halı sermek istiyoruz ve İmam’ın konuşma yapacağı yere kadar ışıklandırma yapacağız. İmam geldikten sonra havaalanından helikopter ile konuşma yapacağı yere götürülecek vs.” Söylenenlerin hepsinin İmam’ın yanına giderek anlattım ve İmam her zaman ki gibi sözüm bitene kadar dinledikten sonra o kararlı ve açık konuşması ile başını kaldırarak şöyle dedi ‘’Git onlara de ki “Bu ne haldir böyle, Kimi İran’a götürüyorlar? (böyle şeylere) asla gerek yok. Bir tane talebe İran’dan çıktı ve aynı talebe İran’a geri dönüyor. Ben kendi halkımın arasında olmak istiyorum (konuşma yapacağım yere) onlarla gitmek istiyorum, ayaklar altında ezilsem dahi.’’

İmam, Paris’ten daha yeni dönmüştü o zaman ilk olarak refah okulunda kalıyordu. Halkı büyük bir şevk kaplamıştı “Allah-u Ekber Humeyni rehber!” sloganları atılıyordu. Ben, okulun hizmetlisi idim. İmam’ın okulda olduğunu biliyordum fakat hangi odada olduğunu bilmiyordum, odalardan birinin kapısını çaldım ardından, “Allah’ın kulu” diye cevap geldi. Ben İmam’ın olduğunu anladım ama içeri girip konuşmaya cesaret edemedim.

İnkılâptan sonra Londralı bir bayan gazeteci İmam’la röportaj yapmak için Kum’a geldi ve ben Londra’da bulunduğum zamanlar beni tanıdığı için bizim eve geldi. İmam, Tahran’a götürülmeden önce ben İmam’ın damadına bu bayan gazetecinin çok sorusu olduğunu ve İmam’dan sormak istediğini söylemiştim fakat İmam, röportaj yapmayı kabul etmemişti.

Bir akşam İmam bizim eve geldi tesadüfen o bayan gazeteci de bizdeydi. İmam geldiği zaman, bütün sorularının cevabını bulmuştu. Büyük bir şaşkınlıkla “Nasıl olur da böyle sade bir şekilde buraya geliyor?” dedi. “Evet İmam, talebelerin evlerini ziyaret eder’’ dedim. O da aynı şaşkınlıkla “Dünya’da bu kadar yankı yaratan birisi hiçbir ön hazırlık olmadan kalkıp buraya nasıl gelebilir?” dedi. İmam’ın bu davranışından sonra o bayanın İmam’a karşı ilgi ve alakası daha çok artmıştı.

İmam bir gün namazdan dönerken ben yanında olduğum için benim elimden tutmuştu (nasıl olduysa) İmam aniden elini elimden çekti, ben İmam’a olan sevgi muhabbetimden dolayı, birden elimi bırakması beni üzdü ve kendi kendime “acaba ne hata ettim de İmam böyle davrandı?” diye düşündüm. Eve geldikten sonra arkadaşlardan birisine dedim ki “İmam’a git ve sor acaba benim bir hatamı mı gördü de o şekilde elini elimden çekti?” Arkadaşım İmam’a bunları söyledikten sonra İmam beni çağırttı ve yanına gittiğimde bana şöyle dedi: “Anlaşılan benim davranışımdan rahatsız olmuşsunuz.’’ Ben ’’Sizin benden rahatsız olduğunuzu sandım’’ dedim. İmam, “elimi çektiğim zaman dikkat etmedim o kalabalıkta farkında değildim eğer elimi çekmemle sizi üzdüysem beni affedin’’ dedi. Ben, ’’Sizin benden rahatsız olduğunuzu düşünerek üzülmüştüm’’ dedim. Kalkıp gitmek istediğim zaman İmam dedi ki “Beni bağışladın mı?”

Biz savaş yıllarında (İmam’ın ailesi) evde toplanır cephede savaşan askerler için bir şeyler yapardık, bazılarımız yorgan diker bazılarımız ise kuru yiyecekleri küçük ambalajlar halinde hazırlardık, İmam bizleri böyle gördüğü zaman çok mutlu olur ve çoğu zaman kendisi de yanımıza oturur bize yardım ederdi. Bir gün İmam’a dedim ki “İzin verin bu hazırladığınız poşetin arkasına, “Bu paket İmam’ın eliyle hazırlanmıştır!” yazalım ve bunu alan askeri sevindirelim.” İmam, buna izin vermedi.

Bir gün devlet sorumlularından birisi İmam’la görüşmek için içeri girdi yanında yaşlı babası vardı, arkadaş dışarı çıktıktan sonra şöyle dedi: “Ben İmam’ın odasına babamdan önce girdim, Babamı İmam’la tanıştırdım. İmam bana bakarak şöyle dedi “O baban mı?’’ evet deyince ‘’Öyleyse neden babandan önce içeri girdin?’’ dedi.

İmam, işlerinin yoğunluğuna rağmen en ufak ahlaki konuya dahi (birinin babasından önce bir odadan içeri girmesine) dikkat ediyordu.

Bir zamanlar İmam, devletin yüksek kademelerinden bir sorumludan razı değildi ve onun hakkında ‘’Bu kimdir neden onu görevden almıyorsunuz?’’ demişti. Hepimiz İmam’a, “izin verin araştıralım’’ diyorduk. Fakat İmam, hayır onu en kısa zamanda görevinden almamızı istiyordu. Ben dedim ki ‘’İmam, bizim için sizin her söylediğinizin doğru ve yerinde olduğu ispatlanmış olmasına rağmen bu konuda biz görüş birliğine vardığımız için sizin bu konuda yanıldığınızı düşünüyoruz. İmam güldü ve şöyle dedi: ’’Bu kez yine benim söylediklerim doğrudur ve benim haklı olduğumu göreceksiniz.’’ İmam o şahısın şimdilik görevde kalmasına izin verdi.

Bu olaydan sonra bir ay geçmemişti ki o sorumlunun çok kötü davrandığını gördük ve görevden almak zorunda kaldık, İmam’ın yanına gidip selam verdikten sonra ’’Size bir şey söylemek istiyorum ama müjdemi isterim’’ dedim. İmam ’’tamam söyle” dedi. Ben,’’Önce müjde vereceğinize söz verin’’ dedim. İmam ‘’tamam müjdeni vereceğim konuyu söyle’’ dedi. Ben, yine de siz haklıydınız söylediğiniz o şahıs görevden alınmalıydı ve alındı.


Program ve Düzenlilik

İmam çok düzenli idi, sabah kalktığı saatten akşam vaktine kadar hiç bir işi düzensiz ve programsız değildi. Kitap okuması vaktinde idi, kısacası bütün işleri hatta ibadeti dahi belirli saatlerde idi. Bu yüzden biz İmam’ın hangi saatte ne yaptığını biliyorduk. Ve imamı görmek istediğimiz zaman dinlenme saatinde gidiyorduk. Aksi takdirde diğer saatlerde, örneğin ibadet ve ders saatlerinde imam meşgul olduğu için gidemiyorduk. İmam dinlenme saatlerinde 15–20 dakika yürüyüş yapardı ve biz imam yürürken yanına gider sorumuzu sorar veya sohbet ederdik.

İmam her zaman talebeleri düzenli olmaya çağırırdı ve her işin vaktinde yapılması gerektiğini vurgulayarak şöyle söylerdi: “Sizin vaktiniz ve işiniz, onları düzene koyduğunuz zaman bereketlenir.”

İmam her zaman sabah namazından önce kalkıp gece namazı kılardı daha sonra sabah namazını kıldıktan sonra biraz dinlenir ve kitap okurdu. Ve kahvaltıdan sonra saat 11’e kadar devlet sorumluları ile görüşme yapardı. 15–20 dakika dinlendikten sonra namaz için hazırlanırdı, namazı kıldıktan sonra öğlen yemeğini yer ve dinlenirdi.

İmam’ın kendine has programı vardı yani her yaptığı işin belirli bir zamanı vardı. Eğer birine söz vermişse onu asla geciktirmezdi. İmam gençliğinden beri düzenli ve tertipli olmakla tanınıyordu; başarısının sırlarından birisi de düzenli olması idi.

İmam o kadar düzenliydi ki eğer yemek saatinden 5 dakika geçse ve imam gelmeseydi herkes imamın odasına koşardı ve mutlaka birisinin imamı geciktirdiğini görürdük.

İmam’ın kendine özgü özelliklerinden biriside günlük programlarının düzenli olması idi. İmam, günün bütün saatlerinde belirli programları vardı, öyle ki mütalaası, ibadeti, duası, Müslümanların ve İslam devletinin sorunlarıyla ilgilenmesi, uykusu ve şahsi işleri programlı ve belirli saatleri vardı. İşte İmamın bu özelliği ömrünün her dakikasından faydalanmasını sağladı.

Allah şahittir imam asla hedefsiz yaşamadı. Bazen eğer boş olduğunu görseydiniz mutlaka bir şey hakkında düşünüyordu. Bütün bir gün boyunca uğraşıyor ve çalışıyordu. Yani bir anını dahi boş geçirmiyordu. İmam 24 saat boyunca yarım saat yürüyüş yapıyordu. Bir Cuma günü imam bahçede yürüyordu ben ve hanımım (İmam’ın kızı) kanepenin üzerinde oturmuştuk, İmam’ın yürüyüşü bittikten sonra her zaman oraya oturur iki bardak çay içerdi. Hanımım İmam’a “baba çayınızı getireyim mi?” dedi, İmam saatine bakarak şöyle dedi “Daha birkaç dakika var’’

Kesinlikle İmam’ın başarısının sırrının vaktini ve işlerini düzenlemekte ve bu konuda olan disiplininde olduğunu söyleyebilirim. Öyle ki ömrünün bir dakikasını bile bu yüzden boş geçirmemiştir. İmam’ın bütün işleri düzenli ve saatinde yapılırdı, işleri o kadar dakik idi ki talebeler saatlerinin imamın işlerine göre ayarlıyorlardı. İmam dersine geç gelen öğrencileri bu konuda ikaz ederdi. Zira İmam’ın talebeliği zamanında derslere zamanında gelmesi meşhurdu.

İmam, Türkiye’ye sürgün edildiği zaman sürgünde olmasına rağmen Türkiye’ye girer girmez kâğıt kalem istemiş ve Türkçe öğrenmeye başlamıştı. Bu konu İran rejimini bayağı tedirgin etmişti zira onlar İmam’ın hareketlerini en ince ayrıntısına kadar inceliyorlardı ve imamın niçin bu kadar acele Türkçe öğrenmek istediğini merak ediyorlardı. İmam, Türkiye’de öyle bir iş başardı ki ehl-i beyt uleması tarihinde bunun bir eşi ve benzeri yoktu. Zira İmam, Türkiye’de “Tahriru’l Vesile” adında bir kitap yazarak İslam’ın ibadet boyutundaki hükümleri ile siyasi boyutundaki hükümlerini birleştirerek yazdı ve o kitapta İslam âlimlerinin küfür düzeni karşısındaki konumunu şöyle belirtiyor ‘’Eğer bir İslam alimi hâşâ küfür düzenine yakınlaşırsa (onun emri altına girerse) o fasid bir âlimdir, kandırılmış ve satılmıştır’’ İmam halkı bu gibi âlimler karşısında sürekli aydınlatıyordu.

İmam her işini programlı yapardı, hatta abdest tazelemesinin bile belirli bir vakti vardı. Hatırlıyorum da İmam’ın Paris’te kaldığı evin karşısındaki bir evde arkadaşlarla konuşma kasetini kaleme alıyorduk, aniden İmam’ın abdest saati olduğu aklıma geldi ve gidip tuvalet temiz mi diye kontrol etmem gerektiğini düşündüm, benim sorumlu olduğum evin düzensiz olmasını istemiyordum, arkadaşlar dediler ki “Aman be bunun da (tuvaletin) saati mi olurmuş?” Fakat ben gittim ve oraları temizledim tam o sırada imam geldi.

İmam her zaman saat dokuzda akşam yemeği yiyordu, bir gün şehid Mufetteh’in konuşmasını ve halkın yürüyüşünü içeren bir video kaseti getirdiler ben de diğer arkadaşlarla beraber bu kaseti seyretmek istiyordum, bu yüzden biraz erken İmam’ın yanına gittim ve dedim ki ‘Hacı ağa akşam yemeğini getirdim, İmam saatine bakarak dedi ki “Akşam yemeğine daha yirmi dakika var’’

İmam her zaman saat onbirde yatıyordu tam saat üç’te uyanıyordu, ben İmam’ın yattığı odanın önünde yatıyordum zira İmam’ın odası bahçeye doğru idi ve ben güvenlik yönünden emin değildim bu yüzden İmam’ın odasının önünde yatıyordum. Her gece saat üçte uyanıyordu ve ben Kuran ve dua kitabının kâğıdının sesinden veya ibadetinin sesinden uyandığını anlıyordum. İmam’ın, saat üçten beş dakika erken veya geç uyandığını hatırlamıyorum. İmam’ın vakit düzeni konusunda görüşü şuydu; eğer insan vaktini programlarsa tabiatı ile o bu programa uyum sağlayacaktır. Ve bu konu sadece benim için değil, İmam’ı tanıyan herkes için bilinen bir şeydi. Fransa polisi dahi bize şöyle söylüyordu: “Hatta biz dahi saatlerimizi İmam’ın hareketleri ile ayarlıyorduk!”

İmam’ın şehit olan oğlu Mustafa’yı defin ve ziyaret ettikten sonra eve geldi. İmam’ın günlük programında kitap okuma saati idi, gelip oturduktan sonra saatine baktı daha sonra kitabını eline alıp okumaya başladı. İmam’ın oğlu Ahmed bu konuyu şöyle anlatmıştı:

“Ben İmam’ın elinde aldığı kitabı nereye kadar okuduğunu biliyordum zira kardeşimin şahadetinden bir gün önce bakmıştım İmam şehid olan oğlu Mustafa’yı defin ve ziyaret edip geldikten sonra her gün okuduğu sayfa sayısı kadar okudu ve sonra programında yer alan başka bir işe başladı. Böyle bir musibet bile İmam’ı günlük programından alıkoymadı ve düzenini bozmadı.

İmam’ın oğlu Mustafa şehid olduğu gün biz İmam’ın cemaat namazı için camiye gitmeyeceğini düşündük, ama ezan okunduğu zaman İmam kalkıp abdest aldı ve dedi ki “ben camiye gidiyorum.” Ben oradakilerden birisine dedim ki, “çabuk git caminin hizmetçisine haber ve seccadeyi sersin”, O arkadaş caminin hizmetçisini bulamayınca etrafta evi olan arkadaşların birinden seccade alıp camiye sermişti. Halk camiye akın etti. Biz, İmam ile beraber camiye gittiğimiz de halk ağlıyordu. İmam halkın arasından geçerken Araplar şaşkın bir şekilde birbirlerine “Humeyni asla ağlamadı” diyorlardı.

İMAM HUMEYNİ'NİN HAYATI

Imam Humeyni'nin Örnek Hayatı
Örnek İslami hayatıyla bütün müslümanlara ışık tutan Rahmetli İmam Humeyni'yi hem biraz daha olsun yakından tanımak hem de onun bu nurani hayatından ibretler alabilmek için, İmam'ın yakın dostları ve ailesinin dilinden bazı kesitler sunuyoruz..



İmam'ın Cesareti

Şevval ayının 25’i 1342 (1964) yılında, İmam Cafer-i Sadık’ın şehadeti yıldönümünde Şah’ın özel harekât komandoları köylü kılığında Feyziyye medresesine saldırdılar ve üç gün boyunca halkı ve talebeleri dövdüler. O günün sabahı İmam’ın evinde merasim olduğunu biliyorlardı bu yüzden toplanan halkı dağıtmak için halkın arasına girerek İmam’ın evine gittiler. İmam bu durumu görünce kendisi kalkıp ‘’Bir karışıklık çıkarırsanız halka, sizi parça parça etmelerini söylerim’’ dedi. Onlar bunu işitince korkup teker teker dışarı çıktılar.

Şah’ın askerleri Feyziyye medresesine saldırdığı zaman ben İmam’ın yanındaydım, Şah askerlerinin medreseye saldırdığı ve bir grubu ikinci kattan aşağı attıklarını, yaşlıları dövdüklerini odaların kapılarını kırdıklarını ve ellerine geçen Kur’an’ları yaktıklarını ve halka Moğol ordusu gibi davrandıkları haberi geldi. Gün batımına yakın ardı ardına haberler İmam’ın evine saldırılacağı haberi geliyordu.

Oradaki arkadaşlardan birisi kalkıp kapıyı kapattı, İmam kapının kapatıldığını anlayınca ayağa kalkarak şöyle dedi “Orada çocuklarım olan talebeleri dövsünler ve medreseyi yakıp yıksınlar ama burada benim evimin kapısı kapalı kalsın öyle mi?” Sonra evin kapısını açmaları için emir verdi. Daha sonra kendisi kapının önüne giderek dedi ki: ‘’Bırakın isteyen herkes gelsin’’

Hacı Ahmed şöyle anlatıyor ‘’İmam’dan şöyle bir soru sordum, Türkiye’ye sürgün edilirken uçağa bindiğiniz zaman kendinizi nasıl hissediyordunuz?” İmam şöyle cevap verdi: Sizin yanınızda nasıl ise, o zaman da öyle!’’

İmam,1343 (1965) yılında yaptığı bir sohbetinde şöyle buyurdu ‘’Vallahi ben ömrümde korkmadım beni gece yarısı tutuklayıp götürdükleri zaman onlar korkuyorlardı ama ben onlara teselli veriyordum. Beni tutuklayıp Tahran’a götürürlerken önde oturanlardan birisi sağ taraftaki tuz gölünü arkadaşına gösterdi, çünkü devlete karşı şiddetli faaliyet gösteren bazı müminleri o göle atmışlardı. Eİliyle orayı gösterince kastının ne olduğunu anladım, ama ben ne onlarla yola çıktığımda korktum, ne de o gölü gösterdikleri zaman!”

İmam, Şah’a karşı ilk konuşmasını yaptığı sıralarda devlet tarafından tehditler çoğalmıştı bazı geceler İmam’ın tutuklanma ihtimali vardı işte bu yüzden tutuklamak için geldikleri zaman İmam’ı bulamamaları için yerini değiştirip başka bir yerde uyumasını istiyorduk, Fakat İmam asla kabul etmiyor ve yerini değiştirmiyordu. 15 Hordat gecesi İmam’ı tutuklamak için geldikleri zaman evde çalışan Meşhedi Ali’yi dövdüler. İmam gürültüyü işitince bağırarak şöyle dedi “Bu yaptığınız vahşilikler de nedir böyle?, Ruhullah Humeyni benim! Başkalarına neden zarar veriyorsunuz?’’

İmam, Ayetullah Hairi ve Ayetullah Burucerdi zamanında İslami faaliyetlerin başında gelirdi. Örneğin Ayetullah Burucerdi zamanında gelişen bazı siyasi olaylardan dolayı din âlimleri arasından birinin Şah’la yüz yüze konuşması gerekiyordu ve bu âlim diğer âlimlerin sözlerini çok açık ve net bir şekilde Şah’a söylemeliydi bu âlim Ruhullah Humeyni’den başkası değildi.

İmam Şah’la yaptığı iki görüşmede âlimlerin sözlerini tamamen iletti ve Şah’ı kullandığı siyasetten dolayı ikaz etti. 14 Hordat 1342 yılında (yani kanlı 15 Hordat olaylarından bir gün önce) Şah’ın özel harekât komandoları İmam’ın konuşma yaptığı topluluğu dağıtmak için Kum’a gelmişlerdi. Bir grup İmam’ın yanına giderek şöyle dediler ‘’Hayatınız tehlikededir eğer mümkünse bu gün dışarı çıkmayın’’ İmam onlara cevabında ‘’Hayır herkesin beni görmesi için üstü açık bir jiple konuşmaya gideceğim’’ dedi.


Tevazü

İmam, öğrencilerine ve hatta toplumsal ve ilmi yönden kendisinden aşağı derecede olan insanlara karşı her zaman alçak gönüllü davranırdı.

Ayetullah Ruhullah İmam Humeyni

Ayetullah Seyyid Ruhullah Musavi Humeyni (24 Eylül 1902 - 3 Haziran 1989), İran İslam Devrimi'nin Ruhani önderidir ve İran'da şah rejimine son verip İslam Cumhuriyetini kuran kişidir.

Asıl adı Ruhullah, soyadı Mustafavi'dir. Ayetullah lakabı dinde ehil oluşundan, Seyyid ismi Muhammed'in soyundan gelişinden ve Musavî lakabı da soyunun Musa Kasım'a dayanışından ötürü verilmiştir.

5 aylıkken babası dönemin hükümetine bağlı güçler tarafından öldürüldü. 15 yaşındayken o güne kadar kendisini büyüten annesi ve halası ölünce kimsesiz kaldı.

Çocukluğundan itibaren dini medreselerde eğitim gördü. Genç yaşından beri Şah Rıza Pehlevi rejimine karşı mücadele verdi ve devrimden önce birkaç kez yaptığı rejim aleyhindeki konuşmalar yüzünden cezalandırıldı.

1964'de ülkesinden sürüldü. Kısa süre Irak ve Türkiye'de (1964 yılında Bursa'da) kaldıktan sonra gittiği Fransa'da 1 Şubat 1979'a kadar ikamet etti. İran rejiminin yıkılması için Yeşil Kuşak Projesi doğrultusunda ABD tarafından eğitildiği şeklinde iddialar Türkiye'deki Humeyni karşıtları tarafından dile getirilse de Humeyni'nin yıktığı Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin Ajax Operasyonu ile ABD tarafından yeniden İran'ın başına getirildiği ve aynı kişinin başlangıçta İran petrollerini Amerikalılara sattığı düşünüldüğünde geçersiz kalır. Bununla birlikte İran rejimi kapitalizm ve Amerika karşıtıdır. 11 Şubat'ta Şah yönetimini deviren ayaklanmaları yönetti.

1 Şubat 1979 tarihinde Şah İran'dan kaçınca Humeyni de ülkesine geri döndüğünde onu karşılayan 10 milyon kişi sokakları doldurmuştu ve 11 Şubat 1979'da önderlik ettiği büyük mücadele zaferle sonuçlandı.Saddam Hüseyin'in saldırması sonucu 1980-1988 arasında 8 yıl boyunca Irak'la savaştı. 1989'da Salman Rüşdi hakkında ölüm fetvası yayınladı. Daha sonra 1989 da kendisi vefat etti. Onun cenaze namazını kılanların sayısı milyonlarca kişi ile ifade edilir.Allah tan kendisine rahmet diliyoruz..

Ayetullah Ruhullah Imam Humeyni (r.a.) Yazdır E-posta
72.jpg
Ayetullah Seyyid Ruhullah Musavi Humeyni (24 Eylül 1902 - 3 Haziran 1989), İran İslam Devrimi'nin Ruhani önderidir ve İran'da şah rejimine son verip İslam Cumhuriyetini kuran kişidir.

Asıl adı Ruhullah, soyadı Mustafavi'dir. Ayetullah lakabı dinde ehil oluşundan, Seyyid ismi Muhammed'in soyundan gelişinden ve Musavî lakabı da soyunun Musa Kasım'a dayanışından ötürü verilmiştir.

5 aylıkken babası dönemin hükümetine bağlı güçler tarafından öldürüldü. 15 yaşındayken o güne kadar kendisini büyüten annesi ve halası ölünce kimsesiz kaldı.

Çocukluğundan itibaren dini medreselerde eğitim gördü. Genç yaşından beri Şah Rıza Pehlevi rejimine karşı mücadele verdi ve devrimden önce birkaç kez yaptığı rejim aleyhindeki konuşmalar yüzünden cezalandırıldı.

1964'de ülkesinden sürüldü. Kısa süre Irak ve Türkiye'de (1964 yılında Bursa'da) kaldıktan sonra gittiği Fransa'da 1 Şubat 1979'a kadar ikamet etti. İran rejiminin yıkılması için Yeşil Kuşak Projesi doğrultusunda ABD tarafından eğitildiği şeklinde iddialar Türkiye'deki Humeyni karşıtları tarafından dile getirilse de Humeyni'nin yıktığı Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin Ajax Operasyonu ile ABD tarafından yeniden İran'ın başına getirildiği ve aynı kişinin başlangıçta İran petrollerini Amerikalılara sattığı düşünüldüğünde geçersiz kalır. Bununla birlikte İran rejimi kapitalizm ve Amerika karşıtıdır. 11 Şubat'ta Şah yönetimini deviren ayaklanmaları yönetti.

1 Şubat 1979 tarihinde Şah İran'dan kaçınca Humeyni de ülkesine geri döndüğünde onu karşılayan 10 milyon kişi sokakları doldurmuştu ve 11 Şubat 1979'da önderlik ettiği büyük mücadele zaferle sonuçlandı.Saddam Hüseyin'in saldırması sonucu 1980-1988 arasında 8 yıl boyunca Irak'la savaştı. 1989'da Salman Rüşdi hakkında ölüm fetvası yayınladı. Daha sonra 1989 da kendisi vefat etti. Onun cenaze namazını kılanların sayısı milyonlarca kişi ile ifade edilir.Allah tan kendisine rahmet diliyoruz..
Ayetullah Ruhullah Imam Humeyni (r.a.) Yazdır E-posta
72.jpg
Ayetullah Seyyid Ruhullah Musavi Humeyni (24 Eylül 1902 - 3 Haziran 1989), İran İslam Devrimi'nin Ruhani önderidir ve İran'da şah rejimine son verip İslam Cumhuriyetini kuran kişidir.

Asıl adı Ruhullah, soyadı Mustafavi'dir. Ayetullah lakabı dinde ehil oluşundan, Seyyid ismi Muhammed'in soyundan gelişinden ve Musavî lakabı da soyunun Musa Kasım'a dayanışından ötürü verilmiştir.

5 aylıkken babası dönemin hükümetine bağlı güçler tarafından öldürüldü. 15 yaşındayken o güne kadar kendisini büyüten annesi ve halası ölünce kimsesiz kaldı.

Çocukluğundan itibaren dini medreselerde eğitim gördü. Genç yaşından beri Şah Rıza Pehlevi rejimine karşı mücadele verdi ve devrimden önce birkaç kez yaptığı rejim aleyhindeki konuşmalar yüzünden cezalandırıldı.

1964'de ülkesinden sürüldü. Kısa süre Irak ve Türkiye'de (1964 yılında Bursa'da) kaldıktan sonra gittiği Fransa'da 1 Şubat 1979'a kadar ikamet etti. İran rejiminin yıkılması için Yeşil Kuşak Projesi doğrultusunda ABD tarafından eğitildiği şeklinde iddialar Türkiye'deki Humeyni karşıtları tarafından dile getirilse de Humeyni'nin yıktığı Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin Ajax Operasyonu ile ABD tarafından yeniden İran'ın başına getirildiği ve aynı kişinin başlangıçta İran petrollerini Amerikalılara sattığı düşünüldüğünde geçersiz kalır. Bununla birlikte İran rejimi kapitalizm ve Amerika karşıtıdır. 11 Şubat'ta Şah yönetimini deviren ayaklanmaları yönetti.

1 Şubat 1979 tarihinde Şah İran'dan kaçınca Humeyni de ülkesine geri döndüğünde onu karşılayan 10 milyon kişi sokakları doldurmuştu ve 11 Şubat 1979'da önderlik ettiği büyük mücadele zaferle sonuçlandı.Saddam Hüseyin'in saldırması sonucu 1980-1988 arasında 8 yıl boyunca Irak'la savaştı. 1989'da Salman Rüşdi hakkında ölüm fetvası yayınladı. Daha sonra 1989 da kendisi vefat etti. Onun cenaze namazını kılanların sayısı milyonlarca kişi ile ifade edilir.Allah tan kendisine rahmet diliyoruz..

Ayetullah Ruhullah Imam Humeyni (r.a.) Yazdır E-posta
72.jpg
Ayetullah Seyyid Ruhullah Musavi Humeyni (24 Eylül 1902 - 3 Haziran 1989), İran İslam Devrimi'nin Ruhani önderidir ve İran'da şah rejimine son verip İslam Cumhuriyetini kuran kişidir.

Asıl adı Ruhullah, soyadı Mustafavi'dir. Ayetullah lakabı dinde ehil oluşundan, Seyyid ismi Muhammed'in soyundan gelişinden ve Musavî lakabı da soyunun Musa Kasım'a dayanışından ötürü verilmiştir.

5 aylıkken babası dönemin hükümetine bağlı güçler tarafından öldürüldü. 15 yaşındayken o güne kadar kendisini büyüten annesi ve halası ölünce kimsesiz kaldı.

Çocukluğundan itibaren dini medreselerde eğitim gördü. Genç yaşından beri Şah Rıza Pehlevi rejimine karşı mücadele verdi ve devrimden önce birkaç kez yaptığı rejim aleyhindeki konuşmalar yüzünden cezalandırıldı.

1964'de ülkesinden sürüldü. Kısa süre Irak ve Türkiye'de (1964 yılında Bursa'da) kaldıktan sonra gittiği Fransa'da 1 Şubat 1979'a kadar ikamet etti. İran rejiminin yıkılması için Yeşil Kuşak Projesi doğrultusunda ABD tarafından eğitildiği şeklinde iddialar Türkiye'deki Humeyni karşıtları tarafından dile getirilse de Humeyni'nin yıktığı Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin Ajax Operasyonu ile ABD tarafından yeniden İran'ın başına getirildiği ve aynı kişinin başlangıçta İran petrollerini Amerikalılara sattığı düşünüldüğünde geçersiz kalır. Bununla birlikte İran rejimi kapitalizm ve Amerika karşıtıdır. 11 Şubat'ta Şah yönetimini deviren ayaklanmaları yönetti.

1 Şubat 1979 tarihinde Şah İran'dan kaçınca Humeyni de ülkesine geri döndüğünde onu karşılayan 10 milyon kişi sokakları doldurmuştu ve 11 Şubat 1979'da önderlik ettiği büyük mücadele zaferle sonuçlandı.Saddam Hüseyin'in saldırması sonucu 1980-1988 arasında 8 yıl boyunca Irak'la savaştı. 1989'da Salman Rüşdi hakkında ölüm fetvası yayınladı. Daha sonra 1989 da kendisi vefat etti. Onun cenaze namazını kılanların sayısı milyonlarca kişi ile ifade edilir.Allah tan kendisine rahmet diliyoruz..

Ayetullah Ruhullah Imam Humeyni (r.a.) Yazdır E-posta
72.jpg
Ayetullah Seyyid Ruhullah Musavi Humeyni (24 Eylül 1902 - 3 Haziran 1989), İran İslam Devrimi'nin Ruhani önderidir ve İran'da şah rejimine son verip İslam Cumhuriyetini kuran kişidir.

Asıl adı Ruhullah, soyadı Mustafavi'dir. Ayetullah lakabı dinde ehil oluşundan, Seyyid ismi Muhammed'in soyundan gelişinden ve Musavî lakabı da soyunun Musa Kasım'a dayanışından ötürü verilmiştir.

5 aylıkken babası dönemin hükümetine bağlı güçler tarafından öldürüldü. 15 yaşındayken o güne kadar kendisini büyüten annesi ve halası ölünce kimsesiz kaldı.

Çocukluğundan itibaren dini medreselerde eğitim gördü. Genç yaşından beri Şah Rıza Pehlevi rejimine karşı mücadele verdi ve devrimden önce birkaç kez yaptığı rejim aleyhindeki konuşmalar yüzünden cezalandırıldı.

1964'de ülkesinden sürüldü. Kısa süre Irak ve Türkiye'de (1964 yılında Bursa'da) kaldıktan sonra gittiği Fransa'da 1 Şubat 1979'a kadar ikamet etti. İran rejiminin yıkılması için Yeşil Kuşak Projesi doğrultusunda ABD tarafından eğitildiği şeklinde iddialar Türkiye'deki Humeyni karşıtları tarafından dile getirilse de Humeyni'nin yıktığı Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin Ajax Operasyonu ile ABD tarafından yeniden İran'ın başına getirildiği ve aynı kişinin başlangıçta İran petrollerini Amerikalılara sattığı düşünüldüğünde geçersiz kalır. Bununla birlikte İran rejimi kapitalizm ve Amerika karşıtıdır. 11 Şubat'ta Şah yönetimini deviren ayaklanmaları yönetti.

1 Şubat 1979 tarihinde Şah İran'dan kaçınca Humeyni de ülkesine geri döndüğünde onu karşılayan 10 milyon kişi sokakları doldurmuştu ve 11 Şubat 1979'da önderlik ettiği büyük mücadele zaferle sonuçlandı.Saddam Hüseyin'in saldırması sonucu 1980-1988 arasında 8 yıl boyunca Irak'la savaştı. 1989'da Salman Rüşdi hakkında ölüm fetvası yayınladı. Daha sonra 1989 da kendisi vefat etti. Onun cenaze namazını kılanların sayısı milyonlarca kişi ile ifade edilir.Allah tan kendisine rahmet diliyoruz..

Ayetullah Ruhullah Imam Humeyni (r.a.)

72.jpg
Ayetullah Seyyid Ruhullah Musavi Humeyni (24 Eylül 1902 - 3 Haziran 1989), İran İslam Devrimi'nin Ruhani önderidir ve İran'da şah rejimine son verip İslam Cumhuriyetini kuran kişidir.

Asıl adı Ruhullah, soyadı Mustafavi'dir. Ayetullah lakabı dinde ehil oluşundan, Seyyid ismi Muhammed'in soyundan gelişinden ve Musavî lakabı da soyunun Musa Kasım'a dayanışından ötürü verilmiştir.

5 aylıkken babası dönemin hükümetine bağlı güçler tarafından öldürüldü. 15 yaşındayken o güne kadar kendisini büyüten annesi ve halası ölünce kimsesiz kaldı.

Çocukluğundan itibaren dini medreselerde eğitim gördü. Genç yaşından beri Şah Rıza Pehlevi rejimine karşı mücadele verdi ve devrimden önce birkaç kez yaptığı rejim aleyhindeki konuşmalar yüzünden cezalandırıldı.
1964'de ülkesinden sürüldü. Kısa süre Irak ve Türkiye'de (1964 yılında Bursa'da) kaldıktan sonra gittiği Fransa'da 1 Şubat 1979'a kadar ikamet etti. İran rejiminin yıkılması için Yeşil Kuşak Projesi doğrultusunda ABD tarafından eğitildiği şeklinde iddialar Türkiye'deki Humeyni karşıtları tarafından dile getirilse de Humeyni'nin yıktığı Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin Ajax Operasyonu ile ABD tarafından yeniden İran'ın başına getirildiği ve aynı kişinin başlangıçta İran petrollerini Amerikalılara sattığı düşünüldüğünde geçersiz kalır. Bununla birlikte İran rejimi kapitalizm ve Amerika karşıtıdır. 11 Şubat'ta Şah yönetimini deviren ayaklanmaları yönetti.

1 Şubat 1979 tarihinde Şah İran'dan kaçınca Humeyni de ülkesine geri döndüğünde onu karşılayan 10 milyon kişi sokakları doldurmuştu ve 11 Şubat 1979'da önderlik ettiği büyük mücadele zaferle sonuçlandı.Saddam Hüseyin'in saldırması sonucu 1980-1988 arasında 8 yıl boyunca Irak'la savaştı. 1989'da Salman Rüşdi hakkında ölüm fetvası yayınladı. Daha sonra 1989 da kendisi vefat etti. Onun cenaze namazını kılanların sayısı milyonlarca kişi ile ifade edilir.Allah tan kendisine rahmet diliyoruz..

İmam Humeyni'nin Gobraçov Mektubu

İMAM HUMEYNİ'NİN GORBAÇOV’A YAZMIŞ OLDUĞU MEKTUP
 İmam Humeyni (r.a.) ondört asır önce Resul-u Ekrem’in (s.a.a.) değişik bölgelerin hükümdarlarna elçiler göndererek onları İslam’a davet sünnetini yerine getirmek amacıyla,  Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birligi  (SSCB) Başkanı Mihail Gorbaçov’a 1989 yılında “İslama davet” niteliği taşıyan bir mektup yazar.
Yaşamının her alanında Peygamberlerin ve İmamların sünnetini uygulayan İmam Humeyni, bu davranışıyla insanlara bu sünnetlerin günümüzde de uyulanabilirliğini göstermiştir.
 Ayetullah Cevadi Amuli’nin  başkanlığını yaptığı bir heyetin Moskova’ya götürmüş olduğu mektupda İmam şöyle buyuruyor[1]:
 “ Sayın Gorbaçov,
hakikate yönelmek gerekir. Sizin ülkenizin temel sorunu mülkiyet, ekonomi ve özgürlük meselesi değildir. Sizin temel sorununuz, Allah’a gerçek inancınızın olmayışıdır. Bu sorun batıyıda aynı şekilde çıkmaza sokmuş ya da sokacaktır. Yine sizin asli sorununuz, sizin Allah’a, varlığın başlangıcına ve yaratılış ilkesine karşı uzun ve boş bir mücadeleye girmiş olmanızdır.    
 İmam’ın bu sözlerinin ne denli cesurca olduğunu anlayabilmek için o dönemin tarihçesini bilmek gerekir. Zira o dönemde ülkeler ya doğuya yani SSCB’ye yada batıya yani ABD’ye yaslanmak zorundaydı yoksa tek başlarına yaşama olanakları yoktu. Bu sözlerin dünyaya hüküm süren iki ülkeden biri olan SSCB başkanına yönelik olmasının yanısıra, ABD’nin İslam Cumhuriyeti’ne ambargo uyguladığı bir zamanda söylenmiş olması, İmam’ın “Ne Doğu ne Batı” sloganını uygulamadaki kararlılığını gösteriyor.
“ Sayın Gorbaçov,
şurası herkes için açıktır ki, bundan sonra komünizmi dünyanın siyasi tarihinin müzelerinde aramak gerekir. Çünkü marksizim, insanın gerçek ihtiyaclarından hiçbirine cevap verecek güçte değildir. Çünkü maddi ve materiyalist bir doktrindir. Maddiyat ile de insanlığı –batıda ve doğudaki tüm insanların en temel sorunu olan- maneviyat inançsızlığı buhranından kurtarmak mümkün değildir.”
....
“Sizden ciddi olarak istediğim şey şudur: Hayaletten ibaret marksizm duvarlarının yıkılışı esnasında batının ve özelliklede büyük şeytan Amerika’nın zindanına esir olmayın. Komünizm dünyasının kamburlaşmış yetmiş yıllık son çürük yuvasını tarihin ve ülkenizin çehresinden silmenin ve gerçek övüncünüzün bilincine varmanızı ümit ederim.”  
İmam Humyeni’nin (r.a.) bu sözlerinin devamındaki “Komünizmin kemiklerinin çatırtısının sesi evlatlarının kulaklarına ulaşmıştır” cümleside onun ne kadar ileri görüşlü olduğunu ortaya koymaktadır. Zira bu mektuptan belli bir süre sonra SSCB’deki komünist sistem çökmüş ve ülke dağılmıştır.
 İmam mektubun devamında  Kur’an-ı Kerim’den örnekler vererek İslam felsefesindeki bazı konulara değinerek Gorbaçov’a bazı İslam filozof ve alimlerinin eserlerini okumasını tavsiye ederek şöyle devam ediyor:
“Sayın Gorbaçov,
... sizden İslam üzerinde ciddi bir şekilde durmanızı, düşünüp araştırmanızı istiyorum. Bunu isterken de İslam’ın ve müslümanların size ihtiyaçları olduğu için değil, bilakis bütün milletlerin kurtuluşunu ve mutluluğunu sağlayabilecek yeterlilikte olan ve insanlığın en temel sorunlarını çözebilecek güce sahip olan İslam’ın evrensel ve yüce değerleri açısındandır.”

İMAM HUMEYNİ`NİN ARDINDAN


“Ağla ey gönül, sus ey dil. dizelerini, İran İslam Cumhuriyeti Radyosu türkçe yayınında okuyan, o güzel ağabeyimin sesi adeta yüreğime saplanmıştı. Bende yıkılmıştım yıkılan milyonlar gibi, biz onunla karşılamayı ummuştuk “Adalet Güneşi”ni. O’ndan daha layıkını göremiyor,  başkasına yakıştıramıyorduk bayrağı teslim edeni.
Göçtü heybeti Musa aramızdan ağla ey gönül!
Göçtü botşikeni Humeyni aramızdan, ağla ey gönül sus ey dil!
Arifler, abidler, adalet aşıkları Pir-i Cemeran aramızda yok artık!” ...
O, Humeyni’ydi benim gibi milyonları 79 Şubatında özüyle tanıştıran ve bize ceddinin “Zilletle yaşamaktansa, izzetle ölüm daha şereflidir” sözünün tecellisi olan.
 Oydu, Beheşti Zehra’daki ilk sözleriyle o andan itibaren başımızı döndüren. Üzerimizden ölü toprağını atıp yeniden dirilten.
Ve aşıkın maşukuyla buluşma anı geldiğinde, karşılandığı gibi yine milyonlar uğurluyordu onu.
Onu anlayanların gönüllerine taht kurduğu gibi, anlayıp da kibirlerinden dolayı sevmeyenler ise, onu  övmekten kendilerini alamıyorlardı.
 2500 yıllık bir saltanatı tarihin çöplüğüne atan devrimin mimarı ve lideri olarak dünyaya, İslam aliminin  fonksiyonunun ne olması gerektiğini göstermesini Uluslararası ilişkiler uzmanı Dr. Haluk Gerger şöyle ifade ediyor:
“ Ayetullah Humeyni bir eylem adamıydı. Yaptığı ilk ve temel şeyse, mazlum ulusların dünyasında emperyalizmin işbirlikçisi tepeden tırnağa silahlı bir zulüm yönetimini devirerek ona ve çıkarlarına büyük darbeler vurmaktı. Bu, ezilenlerin dünyasında umut ve kararlılık tohumları ekmekteydi.”
 İmam’ın en fazla üzerinde durduğu meselelerden birtanesi, bölük pörçük bir durumda olan İslam aleminin vahdetiydi.
 “İmam Humeyni’nin en büyük başarısı, İslam’ın kendi orjinal devrimci istekleri ve amaçlarını yeniden güzelleştirmesiydi. İmam, Şii ve Sünni okulların siyasi düşüncelerinin birleşmesine birbirlerine yaklaşmasına sebep oldu.”  Cezayir İslam Enstitüsü sorumlusu Kelım Sıddıki’ye ait olan bu sözler İmam’ın vahdet çağrılarının aydın kesimde ne denli etkili olduğunu göstermektedir.
 İmam Tahran cezaevinde bulunduğu sırada dönemin Güvenlik Teşkilatı Başkanı:”Devlet ve siyaset pis bir iştir; sizin makamınız ise, kendinizi insanı öldüren bu aşağılık işlerle kirletmenizden daha yücedir.”  şeklindeki sözüne şu cevabı verir: “Sizin söylediğiniz anlamdaki siyaset, dediğiniz gibi sizin işinizdir. Ama İslam’ın söylediği siyaset mukaddes bir görevdir ve bizim işimizdir.”
Bu mukkades işi yaparken İmam’ın bir örnek müslüman modeli olduğunu Yaşar Kaplan şöyle açıklıyor:
“İmam Humyeni’nin rehberlik veya liderlik anlayışı hiçbir zaman tek adam olma heveslerine dayalı olmamıştır. İlim ve takva sahibi örnek bir müslüman olmasının yanısıra yirminci yüzyılın en önemli siyaset adamlarının başında yer almaktadır. Siyasetçiliği sözkonusu olduğunda ise, en dikkat çeken özelliği ise bir teşkilatçı olmasıdır. İyi siyaset yaptığına inanıldığı halde çevresindekileri örgütleyemeyen, dolaysıyla siyasetçiliği sadece lafta kalan birçok insanın varlığı hatırlanacak olursa, her siyaset adamının mutlaka iyi bir teşkilatçı kabul edilemeyeceği de anlaşılacaktır. Kabul etmek zorundayız ki, İmam Humeyni hem siyasetçiliğiyle, hem de teşkilatçılığıyla başarılı bir insan olduğunu kanıtlamıştır.”
Tarih insanları gerçek manada lider yapmaz ama liderler söz ve amelleriyle tarih yazarlar. Ama bazen tarih de Rehber olacaklara işaret etmiştir.
İmam Musa-i Kazim’a (a.s.) ait olduğu söylenen şu söz bunu doğrulamaktadır:
“Kum’dan insanları hakka çağıran bir adam çıkacak. O’nun etrafını demir parçalarına benzeyen, şiddetli fırtınalarla sarsılmayan, yorulmak bilmez, (gayretlerinde) cömert, Allah’a teslim olmuş insanlar saracak.”
Ağla ey gönül, sus ey dil
Göçtü Pir-i Cemeran aramızdan ağla ey gönül sus ey dil!