23 Şubat 2014 Pazar

İmam Humeyniye Şiirler


İslâm-tasavvuf ekolünün sınır tanımaz en güzide çalışmaları İslam medeniyetinin altın çağını yaşadığı sıralarda  –H.k. 4 ila 10. yüzyılları arasında- İran’da doğmuştur.  Gerek teorik gerekse pratik irfanın edebiyat ve estetiğini oluşturan bu eserler ve onların değerli müellifleri özelde İran tasavvuf literatürüne, genelde ise evrensel kültür mirasımıza mal olmuşlardır. Kültür ve medeniyet tarihimizin temel unsurlarından birisi olan irfan ve tasavvuf öğretisinin en önemli şahsiyetlerini yetiştiren Horasandan dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış seçkin simaların bizlere bıraktığı bu eşsiz miras yani İrfan ve tasavvuf mirası, yüzyıllardır insan sevgisi ile yoğrulmuş canların gerekli ruhi gıdasını tedarik etmiş ve bu fıtri ihtiyacı sonsuza kadar ölümsüzleştirmeyi başarmıştır.   Geleneksel düşünüş doktrininin günümüz temsilcilerinden Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr’ın “edebî formda bir kutsal sanat mucizesi” olarak betimlediği Fars dilinin “gönül dili” haline getirdiğini söylediği İran tasavvufu gerçekten de insan deneyiminin evrensel boyutu olan mistisizm üzerine oluşturulmuş dünyanın en zengin edebiyatlarından birini ve tasavvufun en zengin anlatım biçimi olan irfani şiir geleneğini yaratmıştır.  Her ne kadar İran tasavvufunun Hint panteizminden etkilendiği tartışılsa da “sabah güneşini inkâr etmenin gündüzün aydınlığına zararı olamayacağı” şüphe götürmez bir gerçektir. İran mistisizmini oluşturan İslam veya Şark klasikleri olarak da bilinen eserlerin, içselleştirilmiş maneviyatın en zengin dışavurumunu göstermesinin ötesinde gerek insan doğasına, gerekse “insanlık hâli”ne ışık tutucu mahiyetteki felsefî-teosofik açılımlarıyla, sadece Doğu halklarının duygu dünyasını biçimlemekle kalmadığı, bununla beraber Batı’nın İslâm dünyasıyla olan ilişkilerinde ve Doğuyla kurulacak köprüler için ortak paydaların belirlenmesinde de olumlu yönde rol oynadığı görülmektedir. Günümüz dünyasında artık birer “dünya klasiği” haline gelmiş bu eserler ve onların namı-bitimsiz müellifleri, bugün Batı dünyasında da geniş bir entelektüel ilgi ve sempatiye mazhar olmaktadırlar. Madonna’nın Mevlana’nın mesnevilerini şarkı sözleri olarak kullanması, birçok Batı ülkesinde cadde ve kulvarlara Sadi, Hafız ve Hayyam isminin verilmesi bunun en bariz örneklerindendir mesela. Ebul-Mecd-i Senai, Ebul-Fezl Meybudi, Ebu Said Ebul Hayr,  Feriduddîn-i Attar ve Anadolumuza mal olmuş Celaleddîn Rumî ile onları izleyen Sadi, Hafız, Cami ve Ferudin-i Iraki gibi şiiri “musiki” haline getirmiş sûfi şairler, Gazali, Suhreverdî, Dehlevi gibi sûfî filozoflar, Hucvîrî, Abdullah Ensari, Ahmed Gazali gibi edebî şahsiyetler, Hatif İsfehani, Saib Tebrizi, Amuli ve bu isimlere eklenebileceğimiz İrfan ve tasavvuf öğretisini dizelere yoğurmuş daha pek çok kişi, bu literatürünün bağrından çıkmış ve evrenselleşmişlerdir. İrfan ve tasavvuf kültürünün hiçbir dönemde sekteye uğramadığı hatta dış baskılar ve yabancı saldırılar artıkça epik kültürün aksine mezkûr kültürün yayıldığı İran’da bu armoni içerisinde gerektiği yerde olmayan gizli kahramanlarda vardır ve tarihin hemen hemen her diliminde bu gizli kahramanlar varola gelmiştir. Özellikle siyasi aktivitelerden uzak kalınmasını telkin eden tasavvufi öğretilerin tarih serüveni içerisinde yer yer bu tür gizli kahramanları doğurduğu bir gerçektir. Siyasetin kalbinde olup da duygu dünyasını, nihai ve şuhudi dünya görüşünü, yaratılışa bakışını, insanı algılayış biçimini, girizgâh İrfan öğretisinin de –tezkiye-i nefs, riyazet, seyr-i süluk v.b- ötesinde vahdeti vücut, fenafillâh ve bekaillah ilkesi ile yoğurmuş bu gizli kahramanlardan birisi de hiç şüphesiz İmam Humeynî’dir. Evet belki 70 milyonluk önemli bir ülkenin lideri, 20. yüzyılın son çeyrek diliminde dünyada ki dengeleri alt üst etmiş bir devrimin önderi olan birisinin mistik ve tasavvufi yönü bir çok kimse için enteresan gelebilir. Fakat ilmi karizmatikliğinden ziyade sade yaşamı ile gönüllere taht kurmuş, dünya malına meyletmeyen, kendisinden sonra aile fertlerinin devlet makamlarına getirilmemesini tembihleyen bir liderse neden olmasın diye de sorulabilir?!


Bu çalışmamızda, İmam Humeynî’nin genç yaştan itibaren kaleme aldığı 169 gazel, 97 rubai, 3 kaside, 2 musammat, 1 terci-i bend, 21 kıt’a ve 75 dağınık beyitten müteşekkil ölümünden sonra derlenen divanındaki tasavvufi retoriğini ve mistik şiirlerini irdeledik… Fakat daha önce İran şiirinin geçirdiği evreleri, edebiyat platformunu ve İmam Humeynî’nin şiirlerinin metodolojik olarak hangi kategoriye girdiğini bir ön bilgi olarak izah etmemiz gerekir.




Devrimci Edebiyattan Devrim Edebiyatına…




Üslup bilimcileri, İslam sonrası İran nazım edebiyatını dokuz döneme ayırırlar. Bu dönemlerin her biri şairin duygu dünyasını ve dünya görüşünü kendine has üslup, beyan ve ifade çeşidi ile yazdığı metodik kalıplar, aynı şekilde imajasyon, afrozim, açık hece, akrostiş, aruz,  antonim, bed’i, meani ve beyan gibi edebi sanatların dönemin revaç metodu ile hangi şiir çeşidi içerisinde kullanıldığının bir pasaparolasıdır. Bu dokuz dönemin sekizincisi Meşrutiyet, dokuzuncu ve sonuncusu ise dört ayrı kategoriye ayrılan “Yeni Üslup” diğer adıyla “Modern Üslup” dönemidir.[1] Modern üslubun ilk parçasını oluşturan “geleneksel modern şiir” temsilcileri arasında İran’ın şu önemli şair ve ediplerini zikredebiliriz. Bu cümleden; Mueyri, Celalettin Homayi, Bediüzaman Füruzanfer, Mehdi Hamid Şirazi, Emiri Firuzkuhi, Perviz Natil Hanlari, Halilullah Halili, Feridun Mütevelli v.b…Sebk veya şiir üslubu bakımından İmam Humeynî’yi de bu kategori de zikretmemiz gerekir zira bu kategoride yer alan şairler şiirlerini aruz, kafiye, redif gibi klasik şiir kuralları içerisinde gazel, kaside, rubai ve mesnevi gibi nazım türlerini kullanarak yazmışlardır. Dolaysıyla diyebiliriz ki İmam Humeynî’nin şiirleri üslup ve sebk açısından “geleneksel modern şiirler” kategorisine giriyor. Yalnız İmam Humeyni’nin şiirlerini –özellikle de hayatının sonlarına doğru yazdığı şiirleri- ayrıcalıklı kılan şey İslam Devriminden sonra oluşturulan devrim edebiyatı özelliklerini de taşıyor olmasıdır. Her ne kadar çağdaş İran edipleri böyle bir şiir üslubunun olmadığını belirtseler de Şubat devriminden sonra İran edebiyat literatüründe ciddi değişiklikler olmuştur. Şahlık sisteminden, İslam Şeriatına geçiş, 8 yıl süren İran-Irak savaşı, devrimin hemen akabinde gelen ekonomik ambargolar, dış siyasette dünya ülkeleri ile gerilen ilişkiler gibi yaşanan olumsuz gelişmeler öte yandan devrim tipolojisini oluşturmaya yönelik iç siyasete bağımlı toplumsal değişim süreci İranlının ruhunda ciddi bir erozyona sebep olduğu gibi tüm yaşananlar şiir ve edebiyata da yansıtılmış ve sisteme entegre olmuş İranlı bir anlamda kendine has “devrim edebiyatını” oluşturmuştur. Devrim edebiyatında özellikle cihat, şahadet, inkılâp gibi radikal İslami argümanlar modern İran şiiri içerisinde geniş bir yer bulmuştur. Savaş cephesinde kaybedilen insanlar savaş sonrasında dostları tarafından unutulmamış, şiirlere ve öykülere konu edilmişlerdir. Böylelikle yıllar ilerledikçe “devrim edebiyatı” da ilerlemiş, git gide İslam öğretisi ile iç içe geçirilmiş bir hal almıştır.




Aslındaİran edebiyat literatüründe oluşmuş veya oluşturulmuş devrim edebiyatı köken olarak Meşrutiyet dönemine kadar uzanır. Meşrutiyet döneminin batılaşma hareketi içerisinde kendini bulmaya çalışan İran edebiyatı çeşitli görüş farklılıkları nedeniyle reaksiyonel bir hal almış ve sosyal yaşamın çöküntüye uğradığı yıllarda sosyalist – bir başka tabirle devrimci- bir söylem geliştirmiştir. Özellikle 28 Mordat 1332 (19 Ağustos 1953) yılında yaşanan askeri darbenin ardından Sosyalist Tudeh Partisi içerisinde yer alan aydın ve akademisyenler tarafından geliştirilen devrimci edebiyat Şubat devrimine kadar İran’da etkili olmuştur.[2] Şubat devriminden sonra ise sosyalist argümanlarla harmanlaşmış şiirler yerini İslami şiirlere yani devrim edebiyatına bırakmıştır.




Gazel ve Rubailer…






İmam Humeynî’nin şiirlerini birinci, ikinci ve üçüncü dönem şeklinde üç ayrı döneme ayırabiliriz. Birinci dönem şiirleri, daha çok Horasan üslubu –sebk-i Horasan- ile söylenmiş kasideleri andırır. “Hindi” mahlasını kullandığı İkinci dönem şiirleri ise İsfahan üslubuna –sebk-i İsfehani- yakın şiirlerdir. Bu mahlasla yazdığı şiirler daha çok gençlik yıllarına ait şiirlerdir. Aşağıda ki gazel örneğinde olduğu gibi;




Dost aşığı renginden bellidir


Kalpsiz oluşu dar gönlünden bellidir


Sözünü yumuşatmak olmaz ki;


Bu söz, taş kalbinden bellidir


Sulh kapısından dışarı gelmesin dost


Bugün artık savaşından bellidir


Meyzededir, kızıl yüzünden sordu


Sarhoşluk güzel gözlerinden bellidir


Dost bu gece âşıkların ardındadır


Ben demiyorum şöhretinden bellidir


Aşkının sırrı demesin «Hindi»


Ben ne yapayım ki renginden bellidir…[3]




Hindi mahlasını kullanmasının nedeni ise Büyükbabasının bir dönem Keşmir’de kalmış olması ve babasının da burada yani Keşmir’de dünyaya gelmiş olması hesabiyledir. Kendini bir taraftan Keşmirli gören İmam Humeynî, bu mahlası seçmiştir.  Fakat ileri ki yıllar da bu mahlas başına bayağı dert açmıştır. Nitekim 4 Ağustos 1963 tarihli İran gazeteleri Humeyni’nin bir Hint ajanı olduğunu yazarlar. [4] 1963 yılından vefatına kadar ki dönemi kapsayan üçüncü dönem şiirleri ise Iraki üslubu –sebk-i İraki- ile yazılmış Hafızane şiirlerdir. Bu dönemde en akıcı ve en lirik şiirlerini söylemiştir. Daha çok pişmanlık, geçen ömre hayıflanma, dünya ve dünya makamını yermek için söylediği beyitler özellikle gazellerinde göze çarpmaktadır. Aşağıda ki gazel bunun örnekleri ile doludur;




Ömür sona erdi yârim kapıdan gelmedi


Kıssam sona erdi, hüzün, gam bitmedi


Ölüm kadehi elime uzatıldı, Şarap kadehi asla görmedim


Ömrümden yıllar geçti, dilberden bir lütuf gelmedi


Can bülbülü şu kafeste kanatsız düşmüş yatar


Oysa bu kafesi kıracak kişi asla gelmedi


Canan yüzünün âşıkları, cümlesi isimsiz, nişansızdır


Lakin meşhur olanlarından bir soran gelmedi


Aşk kervanı onu görmeye saf bağlamış beklemektedir


Ne diyeyim ki! Ne yazık o can perver maşuk gelmedi


Ölülere ruh bağışlayan, âşıkların canını alan


Cahilleri bu denli kendine meftun kılan «gerçek» gelmedi…




İmam Humeynî’nin özellikle gazelleri, irfan nosyonunun çağdaş bir kalemle yaratılışının bariz örneklerinden birisini teşkil eder. İrfani enstrümanların neredeyse tamamına yakınını kullanan İmam Humeynî, Sûfi veya tasavvuf edebiyatının, şarap, bade, hırka, rind, mest, put, puthane, saki, harabat, ben, zülüf gibi temsil ve rumuzlarının yanı sıra, vecd, hal, fena, hayret, talep, aşk, tevhit, gibi seyr-i süluk makamatını da işler… Aşağıda ki gazelde bunun örneklerini açıkça görüyoruz;




Ey saki! Kadehimi meyle doldur taşır


Ki ismi utancım olan havayı gönlümden aşır


O meyden dök kadehime ki gönlümü fena eylesin


Benliğimden söküp alsın aldatıcı varlığımı


O meyden dök kadehime ki gönlümü hür eylesin


Tüm ihtiyarımı eline alsın, batırsın makamımı


O meyden dök kadehime ki bu vakarsız rindler mahfilinde


Secdelerimi bir birine katsın, batıl eylesin kıyamımı


Gül yüzlülerin kutsal haremi meyhanede yok idin


Ki (oraya) her nereden girersem bir gül tutar yularımı


Kendinden bi haber pirlerin mahfiline gideyim


Belki canımdan söker atarlar şu efkâr-ı hamımı


Sen ey yokluk deryasının hızlı elçisi!


Vadinin sahibine ulaştır medh-i selamımı


Meyle bitirdim yokluk içindeki yokluk mektubumu


Pir-i mabede de ki; gör bu hüsn-ü hitamımı




Bir başka gazel de ise şöyle der;




Yüzüne âşık olmayan gönül, gönül değildir


Benine divane olmayan kişi, akıllı değildir


Gönül vermiş aşığın mestliği senin şarabındandır


Bu mestliğimden gayrı ömrüm faydalı değildir


Senin yüzünün aşkı bu çöllere attı beni


Ne yaparsın ki bu çöl sınırlı değildir


Kendinden geç! Eğer gönül vermiş âşık isen


Ki senle O’nun arasında «senden» gayrısı engel değildir


Aşk yolcusu isen hırkayı, seccadeyi bırak


Ki bu menzilde sana aşktan gayrısı yol değildir


Eğer gönül ehli isen sûfiliği, zahitliği bırak


Ki bu taifeden gayrısına bu mahfil yol değildir


Onun zülfünün kıvrımlarına tutunmalıyım


Ki divane-i âşık olana bundan gayrısı hâsıl değildir


Elimden tutarak bu riya hırkasından kurtar beni!


Ki bu hırkay-ı ruba cahilden gayrısına urba değildir


Ne ilim ne irfan harabatta kendine yol bulur


Zira âşıklar mekânı batıla yol değildir…




Bir diğer gazelinde ise maşuk’a (sevgiliye) seslenerek; vuslat-ı efsununa ram olmak için ateşgede ve puthane menzilinden geçmesi ve Hakkın tecelligâhı olan meyhanede soluklanması gerektiğini söyler. Bu geçiş süresinde ise aşığı maşuktan gafil kılabilecek her şeyi tehlike olarak görür ve hedefinden (yani maşukun vuslatından) başka bir şey düşünmez. Bir de (tarikat) yolunda biraz olsun yol kat edince gurura kapılmaması gerektiğinin altını çizerek gurur hastalığının ne kadar tehlikeli olduğuna işaret eder;




Özlem dolu bir gönülle sana doğru gelmek gerek


Bir şevk-i arzu ile puthaneden geçmek gerek


Pirimiz dedi ki; meyhaneden şifa ummalısınız


Her evden şifa ummaktan sakınmak gerek


Mah yüzünün karşısında durabilen varsa eğer;


Bi şek, şakk-ül kameri tansık etmek gerek


Pir-i meyhane (biz) uşşağın yüzüne kapıyı açtıktan sonra


Fetih ve zafer arzusunu gütmek gerek


Gönül meyin neşvesinden ululuk taslamaya kalkarsa


Aman dikkat! Tehlike hissetmek gerek


Size dostun müjdesi! Eğer bir rind kadehi başa dikerse


Diğer badecilerin de o kadehten tatması gerek


Ateşgedeyi ararken kendinden geçmelisin;


(Zira) yârin cefasını sineye çekmek gerek...




İmam Humeynî’ye göre ilim, özellikle felsefe hakikate ulaşmak yolunda salikin önündeki en büyük engellerden birisidir. Âşık için ise gafletin ta kendisi;




Keşke bir gün dergâhında bir menzilim olaydı


Ki orda sevinç ve keder, gönül muradım olaydı


Keşke saçından bir tutam düğüm avuçta olaydı


Ki düğümün açılması, her ukdenin işkili olaydı


Dün gece ki gönül, hicranından kararmış idi


Senin yâdın o mahfillin yükselen ateşi idi


Dostlar mahmur, dostlar meyzede, kendinden geçmiş


Nasipsizler ise benim gibi cem’in ehl-i aklı olanları idi


Gönül ehli olanlara ilim, hicaptır hicap!


Hicaptan sıyrılıp hakka varansa sadece cahil idi


Âşık, şevkten fena deryasına doğru yüzüyor


Bi haber o kimse ki zulmethaneye sahil idi


İrfan havzasından aşka gelince bir de gördüm ki


Okuyup, duyduğum ne varsa topyekûn batıl idi…[5]




Onun gazellerinde, aşk ve aklın bitmek bilmeyen savaşına, aklın hakikate ulaştıramayacak kadar gevşek ve zayıf yapısına yer yer vurgu yapılır. Keza felsefenin çıkmazı onun nazarında “hicabı ekber” dir;




Korkarım ki felsefe ilimleri ile övünüp diğer ilimlere alenen saldıranlar


Bu “hicabı ekber” de oyalanırlar da kendilerini yaralarlar…




Bir başka yerde;




Istılah ve lafızdan ibaret olan ilim,


Hicap ve karanlıktan gayrı bir yere vardırmadı


Her ne kadar İlahi hikmettir desen de


Aşk kabesine giden yola bir an olsun salmadı…




Ayrı bir tek beytinde;




İbni Sina’ya de ki; Tur-i Sina’ya varamadı


(Zira) Eğinik burhan sahibi hayran olur dolanır…





Aynı şekilde aşağıdaki gazelinde de felsefenin çaresizliğine atıfta bulunarak, ilahi aşkın kişiye verdiği huzura değiniyor[6];




Gönlümüzde senin aşkından gayrısına yer yok


Toprağımız aşkınla yoğrulmuş, gayrısına yol yok


Ne İbni Sina’nın Şifası’nın ne de Esfar’ın [7]


Tüm o derin mevzularıyla bize bir yararı yok




Felsefe ve aklın, hakikatin künhüne erişemeyeceğini belirttiği gibi İrfandan dem vuranların da laf kalabalığı yaptığını öne sürerek bir rubaisinde şöyle der;




Dudu kuşu olmuşsun da irfandan mı söz edersin?


A karınca seni! Tahtı Süleyman’dan mı söz edersin?


Ferhat’ı göremeden Şirin kesildin başımıza!


Yasir olamamışken, Selman’dan mı söz edersin?…




İmam Humeynî’ye göre eşyanın hakikatini ancak ilahi aşkın harareti içerisinde kavrulmuş, her zerresini hakkın sevgisi ile yoğurmuş, akıl ve düşüncesini aşktan gayrı her türlü meşgaleden temizlemiş kişi görebilir. Yine ona göre İlahi muhabbet, düştüğü yeri yakıp kül eden bir ateştir. İlahi aşkın ateşinden mahrum kalmak ise dertten ve elemden başka bir şey değildir;




Hüsn-ü ânından cana nur düştü, yok eyledi canı


Cana düşen aşk, derman eyledi her çile-i gamı


Süzgün bakışları aşığın canında bir ateştir uyandırır


Sanki Musa-i İmran’a görünen o mutlak-ı tecelli anı…




İmam Humeyni kelimenin tam anlamıyla bir ahlak yorumcusu olmasa da Sadi, onu az ve özlü sözleri ile büyük hakikatleri ifade edebilme kudretinin yanı sıra, ahlakçılığı ile de cezp etmiştir. Sadi’nin gazellerine yaptığı nazireler hariç bazı manzumelerinde bir Sad’i yorumcusu olmaktan çok bir ‘Sadi-Sever’  olarak karşımıza çıkıyor;




Şair eğer Sadi ise, bizim dokumalar oyun sayılır.[8]




Şiirlerinde her yönüyle tasavvufi bir heyecanın hissedildiği İmam Humeynî, vahdet-i vücut anlayışına ömrünün sonuna kadar sadık kalmış, deniz ile dalga, ağaç ile yaprak ilişkisi şeklinde betimlediği bu hekaık-i ulviye’ye Şeyh’ül Ekber İbni Arabî’nin teorize ettiği şekliyle ve Şehid’ül Ekber Hallac-ı Mansur’un yaşadığı haliyle bakmıştır. Fikren ferş-i seradan arşı süreyya’ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını melekuti ala’ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma'dum sayıp her şeyi doğrudan doğruya iman kuvveti ile Vahidi Ehad’den görebilen bir bakış açısıdır onunkisi. Ona göre bütün varlık âlemi bir seyr-i nüzuli ile bir seyr-i suudidir. Yani “İnnelillah ve inne ileyhi raciun” ayetinin açılımıdır. Yani Hallacın “Enel hak” sözündeki “Ene’ zamirini enaniyet olarak algılayacak kadar derin bir bakış açısıdır bu;




Darağacına giderken  “enel hak” feryadı da neyin nesi!


Sen hakkı talep et! Bu “ene” bu “enaniyet” de neyin nesi!




İmam Humeynî’ye göre enaniyet ve bencillik insanı hangi makamda olursa olsun aşağılara –esfele-safiline- çekmeye yetecek kadar tehlikeli ve hayvani bir haslettir. Ona göre bu haslet sadece mestlerde ve ilahi aşkın girdabında boğulanlarda yoktur. Pozitivizmin hakikat algılayışını hiçbir şekilde uygun bulmayan ve bunları gerçek vuslata nail olmanın en büyük handikabı gören İmam Humeynî’ye göre sadece mestlerin halvetinde “egoizmin” izine rastlanmaz. Tüm ömrünü medrese ve ders halkalarında geçirmiş birisinin medreseyi de dersleri de hakka kavuşmak için engel görüyor olması ve bu duruma hayıflanması şairin şiirlerindeki diyalektik mantığına verilebilecek en güzel örnektir;


Derviş halkasında bir sefa göremedik


Mabette ondan bir nida duyamadık


Medrese de dosttan bir kitap okumadık


Minarede yardan bir seda duyamadık


Kitaplar içerisinde bir tek hicap yırtamadık


Sahifeler dersinde bir yere varamadık


Puthane de bir ömür heba ile geçirdik


Lakin dostun şu “benliğine” derman olamadık


Cümle akıl ve akılcılıktır bu “biz” ve “benlik”


Mestlerin halvetinde ne “benlik” var ne “bizlik”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder